Feminist Politika, sayı 3, Yaz 2009
Üniversitede Cinsel Tacize Karşı Önlemler: Mevcut Yaklaşımlara Eleştirel bir Bakış
Alev Özkazanç
AÜ Kadın Çalışmaları programını yürüten bir grup arkadaş olarak bir süredir üniversite içinde cinsel taciz olaylarını önlemek amacıyla bir dizi kurumsal yenilik önerisinde bulunmak üzere harekete geçtik. İlk olarak üniversitede “cinsel tacize karşı önlem ve ilkeler belgesi” gibi kurumsal bir metnin yazılması hedefiyle yola koyulan bu çalışma şu anda iki düzlemde devam ediyor. Bir yandan üniversitenin özellikle Cebeci kampüsünde cinsiyetçilik kültürünün nasıl yaşandığını ortaya koymaya çalışan küçük çaplı bir saha araştırması yürütürken, öte yandan işin kurumsal boyutlarının nasıl olması gerektiğine ilişkin bir tartışma süreci de yaşıyoruz. Bu tartışma sürecinde benim öne çıkarmak istediğim noktalar özellikle şunlar oldu. İlkin, Anglo-Amerikan üniversitelerinde çok tipik olan türden bir belge yazmanın hatalı olacağını düşündüm. Bence o metinlerde belirli bir feminist kültür ve dilin yanı sıra Amerikan kültürünü de yansıtan rahatsız edici ya da en azından “yabancı” yani “onlara has” bir şeyler vardı. Biz ise “bizde”, yani genel olarak Türkiye ve özel olarak üniversite bağlamını kendinde damıtan özgül bir bağlam olarak bu kampüste taciz meselesinin ne olduğunu araştırmakla işe başlamalıydık. Ancak bu meselenin özünü kavrayabilmek için konuşmaya buradan başlamamak, sorunu çok daha genel bir cinsiyetçi kültür sorunu bağlamına yerleştirmek gerekiyordu. Kısacası, doğrudan ve sadece taciz kavramını merkeze alan bir belge-kurumsallık yaratmaktansa bunu bir kıyısında içeren ve aşan, daha genel olarak cinsiyetçiliği ele alan politik bir müdahalede bulunmak gerekiyordu. Bu yazıda gelecek sonbahara yapmayı planladığımız kampanya için bir hazırlık olur umuduyla yukarıda işaret ettiğim noktaları derinleştirmek istiyorum. Kısaca, açık seçik ve toplu söylemek gerekirse bence mevcut cinsel taciz düzenlemeleriyle ilgili sorun şudur: Bu kodlar, bir yandan liberal-bireyci öte yandan muhafazakâr bir bağlama oturtulmuş; fazlaca kurumsal ve bürokratik bir mantığa sarmalanmış ve sonuçta disiplinci bir zihniyete eklemlenmişlerdir. Dahası, bu tür düzenlemelere yön veren feminist söylem, kadınlar ve erkeklere dair normatif kabulleri, yani toplumsal cinsiyet gerçeğini pekiştirmeye yaramakta, mevcut yapıları bozma potansiyeli taşımamaktadır.
Konuyla daha derinden ilgilenince, ilk başlarda duyduğum tedirginliğin aslında iki farklı eleştirel kaygıdan beslenmiş olduğunu fark ettim. Bunlardan biri, Batı toplumlarının bir süredir etkisi altına girdiği ve “korku kültürü” diye adlandırılan muhafazakâr bir kültürel yönelimin eleştirisi, diğeri ise cinsel şiddet ve taciz konusunda hegemonik feminist söylemin kurucularından olan MacKinnonvari yaklaşımın feminist bir eleştirisiydi. Cinsel taciz kodları “taciz kültürünün” bir parçası olarak işlev görmekte ve korku ve güvensizlik temelinde örgütlenen muhafazakâr bir sosyalleşmeye eklemlenmektedir. Furedi’ye göre herkesin potansiyel bir tacizci ya da kurban olarak göründüğü bu kültür, tacizin normalleştirilmesi ve rutinleştirilmesine paralel olarak insanları karşılaştıkları zorluk ve riskleri abartmaya ve böyle durumlarda hemen yetkililere-uzmanlara başvurmaya yöneltmektedir. Taciz söyleminin temel önemi, toplumda varolan her türlü çelişki ve gerilim ilişkilerini kirlilik metaforuyla açıklamasında gizlidir. Furedi için Mackinnonvari bir patolojik olanla normal olanı ve şiddet ile cinselliği birbirinden ayıramayan bakış açısı, şiddet içermeyen ancak rahatsız edici davranışlar ile tecavüzü aynı sınıfa sokmakta, böylece kadın kurbanlaştırılarak, cinsel şiddet kadın-erkek ilişkilerindeki hâkim motif haline getirilmektedir. Furedi’nin kültürel eleştirisinin yanı sıra belirli bir feminist açıdan bakınca da bu yaklaşım sorunludur. Örneğin, Butler şöyle der: “MacKinnon’nun teorisinde toplumsal cinsiyet cinsel tâbi kılma manzarasında üretilmektedir ve cinsel taciz heteroseksüel tâbiliğin inşasının sarih anıdır. Bu da cinsel tacizin toplumsal cinsiyet üretiminin alegorisine dönüştüğü anlamına gelmektedir. Benim görüşünce, cinsel taciz kodlarının kendisi toplumsal cinsiyetin yeniden üretildiği vasıta haline gelmektedir”.
Kampüslerde cinsel tacize karşı oluşan duyarlılık sonucu Türkiye’de üretilen ilk metin olarak Sabancı Üniversitesi Cinsel Tacize Karşı Önlem ve İlkeler Belgesi (9 Ocak 2007) gösterilebilir. Daha çok Anglo-Amerikan üniversiteleri için tipik olan belgelerin çevirisi niteliğini taşıyan bu belge, taciz konusundaki hâkim söylemi çok güzel yansıtmaktadır. Bu söylemin genel sorunu feminist söylem ve kaygıların bürokratik, yasal ve disipliner bir mantığa eklemlenmiş olmasıdır. Taciz durumlarında uygulanacak prosedürleri ve ilgili destek mekanizmalarını tanıtan belgede cinsel tacizin tanımlanması konusunda bir belirsizlik söz konusu. Bir yandan taciz çok genel ve muğlak biçimde “ister görsel, ister sözel ve bedensel olsun, cinsel nitelik taşıyan ve hoş karşılanmayan tavır ve\veya davranışlar” olarak tanımlanıyor. Bu bağlamda her türden kişi arasında yaşanan çok farklı türden davranışlar taciz sınıfına girebiliyor. Öte yandan çok daha dar bir cinsel taciz tanımı daha var ki burada maruz kalan tarafın iş yaşamı, çalışma ortamı, akademik etkinlik ve öğrenim ortamının ciddi şekilde zarar gördüğü ya da tehdit altında olduğu türden bağlamlar öne çıkarılıyor. Metne hâkim olan yasal ve disiplinci söylem de iki farklı düzeyde işliyor. İlkin, insanlar cinsel tacize tepki göstermeye ve kurumsal otoritelere bildirmeye teşvik ediliyorlar. Ancak burada tepki göstermek ve bildirmek davranışı, kurumsal ve bürokratik işleyiş mantığına eklemlenmiş olarak öne çıkarılıyor. Metinde disipliner mantığın işlediği ikinci bir düzey var ki bu sorunu çok daha farklı bir mecraya sokuyor. Bu düzeyde metin kategorik olarak tacize yol açacağı varsayılan belirli ilişki tarzlarını baştan yasaklama yoluna gidiyor. Buna göre, aralarında “kurumsal bir güç eşitsizliği” olan herhangi iki kişi (yönetici-çalışan, öğretmen-öğrenci, dekan-öğretim üyesi, profesör-doçent, doçent-yardımcı doçent, okutman-öğrenci, ders veren asistan-öğrenci arasında olduğu gibi) arasında romantik ve veya cinsel ilişki yasaklanıyor. Metnin son paragrafları disipliner düzenlemenin ruhunu mükemmelen ele veriyor. Metnin “rızaya dayalı yasaklı ilişki” gibi bir garabet üretmiş olmasının gerisinde iki farklı kaygı yatmaktadır. İlki, kurumun kendisini aşktan ve aşkın düzen bozucu etkilerinden koruma kaygısı, ikincisi ise paternalist bir yaklaşımla güçsüz olanı zarar görmekten korumaktır.
Sabancı Üniversitesi’nin metni gibi metinler, her nerede olursa olsun aynı disiplinci, bürokratik, yasaklamacı, paternalist, muhafazakâr-bireyci ruhu yansıtıyor ve son kertede kadınlar ve erkekler arasındaki gerilimi özgürlükçü ve eşitlikçi bir biçimde azaltmaya değil, kurbanlık ve güçsüzlük hissini, tehdit algısını güçlendirerek korumacı reflekslere yol açıyorlar. Öte yandan bu tür bir söylemin Türkiye gibi bir bağlama doğrudan tercüme edilmesi halinde ortaya çıkan ekstra tuhaflıklardan da söz etmek gerekiyor. Türkiye bağlamı bence özellikle Amerika ile karşılaştırıldığında cinsel kültür, cinsiyetçiliğin işleyişi ve cinsel taciz konusunda oldukça farklı ve derinlemesine anlaşılmayı hak eden özgül bir bağlam sunuyor. Burada bu çok çetrefil konuya dair genel bir analiz sunma iddiasında bulunmaksızın sadece üniversite ve özellikle de içinde yaşadığım kampüse ilişkin olarak bazı gözlemleri aktarmak istiyorum. Bizim ekip olarak bu konuya dair yaptığımız küçük çaplı soruşturmanın, asla istatistikî genellemelere elveren geniş kapsamlı bir şey olmamakla ve daha çok yakın ilişkiler içinde yaşanan taciz ve şiddetin karanlık alanına girememiş olmakla birlikte yol gösterici bazı olguları ortaya koyduğunu düşünüyorum. Çok genel olarak söylemek gerekirse, Cebeci kampüsü bir taciz cehennemi değildir. Dar anlamıyla taciz vakaları, üniversite kültürünün merkezinde değil de kıyısında varolan bazı bağlamlarda daha belirgin biçimde öne çıkmaktadır. Örneğin, yabancı kadın öğrencilere yönelik taciz, yüksek lisans ve doktora seviyesinde ortaya çıkan hoca-öğrenci tacizi, güvenlik görevlileri, hizmetliler ve idari personelden öğrencilere yönelik taciz gibi. Öğrenci kültürünün daha merkezinde ise, bir yandan sol altkültürün gücü ve etkisi (eğer olmasaydı dengenin İslâmcı ve faşizan güçler lehine bozulacağı ve cinsiyetçilik açısından önemli sonuçlar barındıran mühim bir değişken), bir yandan hâlâ güçlü bir ayrı sosyalleşme (segregasyon) olgusuna dayanan anti-erotik ve muhafazakâr cinsel kültürün mevcudiyeti ile belirlenen, görünürde “durgun” “medeni” “rahat”, daha derinde ise “gergin” olan bir cinsiyetçi kültür sorunu var. Cinsel taciz sorunu bu farklı bağlamların her birinde farklı ilişkilerle eklemlenerek varoluyor. Örneğin yabancı kadın öğrencilerin karşılaştığı sorunlar, muhtemelen bir yönüyle tüm yabancı öğrencilerin uğradığı dışlanma sorunuyla da ilgili. Ya da asistan-yüksek lisans öğrencisi ile hocalar arasındaki cinsel suistimal ilişkileri daha genel bir keyfîliğin ve otorite kullanımın bir boyutu, hocalara ilişkin en yaygın şikâyet olan derslikte yapılan cinsiyetçi şaka ve yorumlar da genel olarak hoca merkezli otoriter eğitim anlayışının bir uzantısı, güvenlik görevlileriyle ilgili sorun, genel özel güvenlik sorununun bir parçası, idari personel-hizmetli sorunu bu kesimlerin kendilerini daha “dışarıda” görmelerinin bir sonucu vb. Öte yandan merkezî sorun olarak öne çıkan cinsiyetçi kültür ise çok katmanlı olarak analiz edilmeyi ve farklı biçimlerde politikleştirilmeyi hak ediyor: Cinslerarası ayrı sosyalleşme sorununun fark edilmesi ve karma sosyallik pratiklerinin desteklenmesi, sol alt kültürün tüm öğrenci kültürünü etkileyecek şekilde daha fazla feministleştirilmesi, özellikle bazı fakültelerde öne çıkan İslâmcı kadın-erkek öğrencilerin oluşturduğu alt kültürün tartışılması, anti-erotik ve muhafazakâr kültürel kodların ve normların tartışılması gibi. Görüleceği gibi, dar anlamında tacizi de içeren ancak onu çok aşan cinsiyetçi kültür sorunu, içinde belirli dozlarda disiplinci önlem-yaptırımı barındırmayı gerektirse de aslen tartışma, diyalog, kolektif eylem, yeni toplumsal pratikler yaratma, eylem içinde özgürleşme ve kolektif olarak kendini dönüştürme pratiklerine ihtiyaç gösteren çetrefil bir sorundur.
Sonuç olarak tüm bunlar, üniversitede taciz diye bir sorunun olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Cinsiyetçi kültür sorunu derin ve yaygın bir sorundur, hiçbir kurumsal ya da enformel bağlam bundan muaf değildir ve her bağlamda buna karşı çıkılmalıdır. Dar anlamda (öğrenim ve çalışma ortamını tehdit eden, zarar veren anlamında) alındığında taciz sorunu, tek bir vaka için bile olsa ilgilenilmeyi hak eder ve sorumluların durdurulmasını ve cezalandırılmasını gerektirir. Bu yazıda yapmak istediğim, cinsiyetçi kültürün bir bütün ve ayrımsız olarak kriminalize edilmesi ve disiplin aygıtına bağlanması eğilimine karşı durmak gerektiği vurgusudur. Buradaki tercih, bir sorunu kişisel olarak yaşanan kriminal bir sorun olarak kodlayıp çözmek ile toplumsal ve politik araçlarla hedef almak arasındaki tercihtir. Bu konuda genelleme, indirgeme ve özselleştirmeden kaçınarak sorunu, mevcut toplumsal cinsiyet ilişkilerini eşitlikçi-özgürlükçü tarzda dönüştürecek biçimde kavramak ve buna uygun bir siyaset üretmek bizim sorumluluğumuzdur.