Cinsel Taciz, Siyaset ve Taciz Siyaseti
Bianet, 26 Şubat 2011
Alev Özkazanç
Ben Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde çalışan feminist bir akademisyenim. Aynı zamanda uzun süredir KESK’e bağlı Eğitim-Sen’in üyesiyim. Bu iki kimliğim nedeniyle, son zamanlarda kamuoyuna yansıyan ve bu iki kurumu ilgilendiren cinsel taciz iddialarını yakından izleyen biri olarak bu yazıyı kaleme aldım. Henüz birkaç gün önce medyadan öğrendiğim Ankara Üniversitesi’ndeki olay hakkında henüz basına yansıyan dışında ayrıntılı bir bilgi sahibi değilim. Basına yansıdığı şekliyle bir öğretim üyesi, üniversitede yıllardır mobbing ve tacize uğradığı iddiasıyla konuyu yargıya taşımış; ardından üniversite yönetiminin baskılarıyla karşılaşması üzerine Meclis’in ilgili komisyonlarına ve Cumhurbaşkanlığı’na başvurmuştur.
Öte yandan geçen yılın sonunda patlak veren KESK olayını tesadüfî nedenlerle daha yakından ve ayrıntılı olarak biliyorum. Burada KESK ile ilgili olarak, sol örgüt zihniyetleri, grup aidiyetleri, otoriter siyaset yapış tarzları, kriz çözme-çözememe yöntemlerinden kaynaklanan moral bozucu ayrıntılara girmeyeceğim. Ancak genel olarak durumu özetlemek isterim. Geçen yılın sonunda KESK’in bir kadın çalışanı genel sekreter tarafından taciz edildiği iddiasıyla örgütünü harekete geçirmiş, ancak ilgili kişinin iddiayı reddetmesi ve ait olduğu grubun bunu bir siyasi komplo olarak nitelendirmesi nedeniyle yaşanan siyasi gerilim, KESK başkanının istifasıyla sonuçlanmıştı. Ardından yapılan olaganüstü kurultayda konu ele alınacağı yerde, (aslında tam da beklenebileceği üzere) olaya örgütün başına gelen ve “sınıf mücadelesini” sekteye uğratan talihsiz bir felaket olarak bakılmış, kurultay öncesinde çok sayıda kişi ve siyasi grubun olaya dair yaptığı eleştirel değerlendirmeler ve talepler dikkate alınmamış, az sayıda delegenin konuyu gündeme getirme çabasına ve bazı kadın üyelerin protestolarına rağmen konu yapıcı ve uzun dönemli örgütsel ve düşünsel bir yapılanma bağlamında tartışılmadan kalmıştır. Sonuç, taciz iddiasını dile getiren kadının işinden olmasının yanı sıra pek çok başka açıdan da mağdur edilmesi, olayın soruşturulmadan kalması, konuyu sahiplenen siyasi aktörlerin KESK yönetiminden dışlanması, iki çalışanın istifaya zorlanması ve bir bütün olarak örgütün ve KESK’in de büyük katkı yaptığı kadın mücadelesinin zarar görmesi olmuştur. Bu olay, pek çok açıdan tartışılmayı hak ediyorsa da ben bu yazıda bu olay ve sonraki başka olaylar vesilesiyle taciz siyaseti konusunda önemli gördüğüm bazı konulara dikkat çekmekle yetineceğim.
KESK olayının patlak vermesini ardından, bir dizi olay daha ulusal medyaya yansıdı. Çeşitli üniversite, dershane ve kamu kurumlarıyla ilgili dile getirilen bu iddialar taciz konusunun, bundan böyle gündeme yerleştiğini ve giderek daha da medyatik hale geleceğini gösteriyor. Kadına yönelik şiddet ve tecavüzün ardından tacizin de kamuoyunun gündemine girmeye başlaması nihai olarak hayırlı bir gelişme sayılmalı. Ancak bir yandan ağır bir ataerkil cinsiyetçi kültür; hızla gelişen muhafazakârlaşma ve aşırı kutuplaşmış siyaset; öte yandan pederşahi ve aşırı siyasallaşmış bir kurumsal kültür ve ağır ve kör işleyen bir yargı düzeniyle kuşatılmış olan Türkiye toplumunda taciz konusunun hak ettiği şekilde ele alınmasının önünde bir dizi ciddi engel var. Bu engeller konusunda bir farkındalık olmadığı ve bunlar aşılmadığı sürece, taciz iddialarının kendi dışındaki siyasi çekişmelere ve her türlü kötücül güç oyunlarına malzeme olması ya da en azından arada kaynaması işten bile değil. Bu çerçevede iki temel soruna dikkat çekmek istiyorum.
İlk sorun muhafazakâr- cinsiyetçi –eril kültürle ilgili. Böyle bir kültürde tacizle ilgili konuların kolayca ahlakçı bir bağlamda anlam kazanacağını öngörmek gerek. Burada bir yanda her türlü taciz iddiasını eril bakış açısıyla örtmeye çalışan bir taraf, öte yanda tacizi cinsel ahlak-ahlaksızlık, zina gibi terimlerle şeytanileştirmeye çalışacak bir başka taraf arasında sıkışıp kalma riski var. Bu risklerden kaçınmak için öncelikle tacizi bir ahlak sorunu olarak kodlayan ve şeytanileştiren söylemlerden uzak durmak gerekiyor. Cinsel taciz, bana göre yaygın ve sıradan bir erkeklik durumuyla ilgili bir sorun. Yani, o ya da bu erkeğe, gruba, toplumsal kesime; kuruma özgü olup da diğerinde asla olmayan istisnai bir durum değil. Taciz, kadın ile erkeğin bir arada bulunduğu her yerde ve ortamda farklı düzey ve biçimlerde yaşanabilecek bir olay ve asıl nedeni de kadın ile erkek arasındaki güç asimetrisinin erkeklerde yol açtığı beden, bedensel sınır algısı ve ego yapıları.
Çok değişik biçim ve düzeylerde gerçekleşen, ancak her durumda kadınlara rahatsızlık veren bu çatışmanın sadece bazı biçimlerinin suç ve ceza terimleriyle tartışılmaya uygun olduğunu düşünüyorum. Bence cinsel taciz, bütün farklı biçimleriyle kamusal bir tartışmanın konusu haline gelmelidir ancak bu tartışma asla “suç ve ceza” terimlerine indirgenmemelidir. Son olarak AKP’li kadın milletvekillerinin hazırladığı ve medyaya “hadım” yasası olarak yansıyan (aslen cezaların ağırlaştırılmasını öngören) yasa tasarısı vesilesiyle gördüğümüz üzere, cezalandırıcı mantık muhafazakâr kültür ve moral panik ortamlarında hızla uç noktalara evrilebiliyor. Konuyu ahlakçı, şeytanileştirici ve kriminal eksenlere sıkıştırmanın şöyle de bir sonucu daha olabilir: dünyada ve Türkiye’de siyasi rekabet giderek daha fazla “bel altından” vurmaya başladı ve Türkiye’de bu eğilim şimdilik medyaya yansıtılan seks kasetleri yoluyla kendini sergiledi. Ama siyasetçilerin de “sevişebilen” insanlar olduğu gerçeği eğer biraz kabul görürse, çok yakın zamanda cinsel taciz ve tecavüz iddialarının başlıca siyaset malzemesi olarak öne çıkmaya başladığını görebiliriz.
Muhafazakar ve cinsiyetçi kültürle ilgili bir diğer sorun, cinsellik ile tacizi ve hatta şiddeti ayırt etme güçlüğü yaratması. Basına yansıyan taciz olaylarının İslamcı-muhafazakar kesimlerdeki algısının cinsiyetçi bir algı olduğu açık. “Dekolteci” İlahiyat profesörü olayında da gördüğümüz gibi, bu kesimler konuya özel bir hassasiyet gösteriyor ancak bunu toplumda varolan güçlü cinsiyet ayrışmasını daha da pekiştirmek ve özellikle kadınların bedeni üzerindeki eril denetimi arttırmak için bir malzeme haline getiriyorlar. Bu zihniyet zaten rızaya dayalı cinsel yakınlaşmalar ile taciz arasında bir ayrım yapmakta zorlandığı için, tacize yönelik kamusal tartışmanın kadınlar ile erkekler arasındaki duygusal ve cinsel mesafenin artmasıyla sonuçlanması riski büyük. İslamın bilinçdışındaki kurucu cinsel bastırma o kadar güçlü ki bazı kesimler çok muhteşem padişahlarının da bir cinsel yaşamı olduğunun gösterilmesine bile dayanamıyor.
Öte yandan bu tür bir zihniyetin islami kesimlerle sınırlı olduğu da varsayılmamalı. Cinsel arzunun varlığı ve farklı biçimlerinin açık biçimde yaşanması, kamusal bir temsil nesnesi ya da ifade konusu yapılması ve özellikle kadınların arzusunun temsili önünde yaygın kültürel engeller var. Tam da bu nedenle, tacize uğradığı iddiasıyla öne çıkan bir kadın mücadeleye baştan yenik giriyor. Çünkü sözkonusu kadın eğer çevrede “namus timsali” olarak tanınan özel bir örnek değil de yaşamının herhangi bir anında “arzulu” görünmüş ve davranmış biriyse, yani en ufak bir “açık” (“dekolte” de denebilir) verdiyse, kadının tüm özel yaşam ayrıntılarının aleyhine kullanılması neredeyse kaçınılmaz oluyor. Ben, yükselen bu muhafazakâr tehdide karşı, feministlerin kadın-erkek karma yapıların varlığını ve önemini savunmalarını; her ortamda ve kurumda rızaya dayalı her tür duygusal ve cinsel yakınlaşmaları ve özellikle kadınların inisiyatif almalarını teşvik eden bir siyaset izlemeleri gerektiğini düşünüyorum. Bu uyarı gerekli çünkü tacize karşı hassasiyetin özellikle kurumsal ortamları tamamen erotizmden sıyırma (zaten böyle bir erotik ortam ortada yok ama bu kez bilinçli anti-erotik önlemler geliştirilmesi) riski sözkonusu.
İkinci mesele Türkiye’deki kurumsal kültür ve örgütlü siyaset ortamında tacize ilişkin bir iddianın nasıl ele alınacağına ilişkin. Tam da tacizin yaygın bir toplumsal cinsiyet sorunu olduğu kabul edilmediği ve olay “suç ve ceza”, “ahlak ve namus” terimleriyle düşünüldüğü için, hem kişiler hem kurumlar aşırı bir gayret ve panikle olayı inkar etme ve üstünü örtme yoluna gidiyorlar. Aslında bu bile yeni bir durum. Çünkü yakın zamana kadar bu tür kurum içi “sorunlar” hiçbir şekilde dışa yansımıyordu. Bu nedenle, son zamanlarda yaşanan ve örgütleri sarsan bu krizler hayırlı bir gelişmeye işaret ediyor. Kadınların daha fazla seslerini çıkardıkları ve kamuoyu ilgisinin ve şeffaflık talebinin yükseldiği bu zamanda artık, kurumların eski yöntemlerle bu krizleri “çözmesi” mümkün görünmüyor.
Şimdiki sorun kurumların lekelenmekten korkarak panikle tepki vermeleri. Oysa bir kurumun adını lekeleyecek olan orada tacizin olması değil, tacize zemin hazırlayan bir ortam yaratmasıdır; yani tacize karşı etkin bir koruma sağlanamamasıdır. Bu durumda özellikle cinsiyetçi-ayrımcılığı kendine dert edinmiş karma örgüt ve kurumlar için şu önerilebilir: bu kurumlar, kadın çalışanlarının haklarını etkili biçimde korumayı ve herkes için huzurlu bir çalışma ortamının yaratılmasını hedefleyen bir genel politika çerçevesinde tüm çalışanlarını konu hakkında eğiten bir çaba içine girmeli; soruşturma süreçlerini etkin işletmeli ve tacize yönelik kademeli yaptırımlar uygulamalıdırlar.
Mevcut durumda “kadının beyanı esastır” ilkesinin bazı örgütlerin tüzüklerine girmiş olması KESK örneğinde görüldüğü üzere hiçbir garanti sağlamıyor. Bunun nedenlerinden biri de hiç kuşkusuz bu ilkenin ne anlama geldiği yolunda feministler dâhil ciddi bir kafa karışıklığı olması. Bu ilke, herhangi bir soruşturma ve yargılamaya gerek duymadan iddianın doğru kabul edilmesi değil, kadının beyanının ciddiye alınarak soruşturmanın yürütülmesi anlamına gelir. Ayrıca burada ciddiye alınacak olan kadının duyduğu rahatsızlıktır; yani kurumun örgütlü gücünü, mücadeleye yenik başlayan dezavantajlı taraf lehine ortaya koymasıdır; erkeğin çoğu zaman normal gördüğü, taciz olarak kavramaktan aciz olduğu davranışının ne tür bir rahatsızlığa yolaçtığı konusunda bir fikir edinmeye zorlanmasıdır.
Çoğu taciz olayı, “olmuş mu olmamış mı”, “var mı yok mu” sorularıyla anlaşılamayacak kadar karmaşık bir hat üzerinde şekillenir. Genellikle erkekler, hiçbir şey olmadığını değil, olan şeylerin rızaya dayalı olduğunu, taciz olmadığını savunurlar. Buradaki sorun, erkeklerin çoğunun aslında bir taciz kavrayışına sahip olmamaları ve çoğu zaman tecavüz (o da sadece bazı biçimleriyle) dışında kendilerini kadınların (bedensel, ruhsal) sınırlarını ihlal eden failler olarak kavramaktan uzak olmalarıdır. Etkili önleme ve koruma mekanizmaları bir dereceye kadar (nereye kadar?) erkekleri bu sınırlar konusunda daha dikkatli olmaya zorlayabilir. Öte yandan sözkonusu bu sınırların nerede çizileceği konusu elbette belirsizdir ve siyasi-kültürel mücadelenin konusudur. Bu noktada son bir uyarıya daha ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Son olarak Wikileaks kurucusu Assange’a dair dile getirilen tecavüz iddiasında da ortaya çıktığı üzere, bu “sınırlar” meselesinin feministler açısından bile giderek tartışmalı hale geldiği anlaşılıyor. Hem bu sınırlar üzerine hem de cinsel yaşamı disipline etmeye dönük cezalandırıcı yaklaşımların sınırları ve olumsuz sonuçları üzerinde daha çok tartışmaya ihtiyaç var.