Serpil Üşür Sancar
1
OTORİTER TÜRK
MODERNLEŞMESİNİN
CİNSİYET REJİMİ

Serpil Üşür Sancar
Yaşadığımız coğrafyada XX. yüzyıl boyunca oluşan etnik çatışmalar,
ulusal savaşlar, dinî göçler ve yanı sıra yeşeren büyük umutlar üzerine
bugüne kadar çok söz söylendi. Bugüne kadar çoğunluğumuzun pek de
eleştirmediği ender konulardan biri ise, bu topraklarda yaşanan Türk
Devrimi’nin kadın hakları konusunda evrensel ya da Batılı diyebileceğimiz standartlarda bir dönüşümü gerçekleştirdiği iddiası idi. Oysa, 2000’li
yıllarda âdet olan ‘bilanço çıkarma’ faaliyetleri sırasında gördük ki, ‘kadın hakları’ konusunda ‘Tanzanya’dan da geri’ kalmış olmakla malül durumdayız. Bilançolarda görünen, % 85’i okumaz-yazmaz ya da sadece ilkokul okumuş; ömür boyu çalışsa da % 80’inin elinin paraya değmediği
gönüllü emekçiler ordusundan oluşan bir kadın ‘nüfus’a sahibiz. Toplumumuzun temeli olan ‘aile’nin sevgili annesi ve ‘içişleri bakanı’ olsa da,
dış işlerde doğru dürüst bir ‘temsilci’ grubunu bile Parlamento’ya sokamamış bir ‘nüfus’ olan kadınların; ağır şiddet koşulları altında yaşayıp,
hiçbir asayiş istatistiğine bile doğru dürüst girememiş olma durumları ise

Bu yazı, Doğu-Batı Dergisi Kasım 2004 sayısında yayınlanmak üzere
yazılmıştır. Doğu Batı
2
giderek onların ‘nüfus’ dahi olamadıklarını gösteriyor aslında. Yaşadıkları şiddet, polis tarafından değil de akrabaları ya da kocaları tarafından
uygulandığı için ‘insan hakları ihlallerinin mağdurları’ arasında bile
sayılmıyorlar. Bu şiddet sanki sadece yoksul, Doğulu, aşiretli ve barbar
erkekler tarafından uygulanıyormuş gibi adına cinsel şiddet değil, ‘namus
cinayeti’ deniyor ve böylece ‘yerelleştiriliyor’. Memleketin ‘orta sınıf’
hâline gelmiş, okumuş, eli meslek tutan, kentli, Batılı, modern yaşamın
gereklerini benimsemiş, ‘kurucu irade’ye dahil olmuş, ‘sol’lu, ‘sağ’lı
erkekleri ise söz konusu kadın ‘nüfus’un sorunlarının gerikalmışlık, cehalet ve geleneksel kültürden kaynaklandığına -dolayısıyla kendi dünyasının dışındaki alandan sirayet eden sorunlar olduğuna- inanmış olmanın
verdiği iç-huzur ile yaşamakta. Memleketin her meselesini siyasetin
konusu hâline getirebilen ‘kurucu irade’ mensubu erkek elitler ise, konu
kadın ‘nüfus’ meselelerine geldiğinde bu sorunların kaynağının ‘gelenek’
olduğu iddiasını ileri sürüyorlar ve yaşanan kadın hakları ihlallerinin gün
gelip, ekonomik ve kültürel gelişme arttıkça, eğitim yaygınlaştıkça çözü-
leceğine inanıyorlar. Erkek dünyaları içinde var olagelen ‘para ile kadın
satın alma’’ alışkanlıklarını metropol-kentli ve yeni küreselleşmiş biçimleri -örneğin Slav örnekler üzerine çeşitlemeler- ile zenginleştiren ‘iş
adamları’ ve ‘paralı erkekler’ dünyası ise bu iddialarda başı çekiyor.
Daha fazla paraları olduğu sürece daha ‘güzel’ kadınlar satın alabileceklerini düşleyen bu ‘modern ve Batılı erkekler’ dünyası ise bunun bir tür
‘insan köleliği’ değil -çünkü görünüşte zorla yapılmıyor- adı ‘aşk ilişkisi’
olan başka bir bireysel tercih alanı olduğunu söylüyor. Bu tür bir ‘modern’ erilliğin tüketimi için televizyon ekranlarında, reklam afişlerinde,
ofis, iş yeri, otel ve eğlence mekânlarında sürekli ortalıkta ‘görünen’ genç
ve güzel kadınlar bulundurulması, aslında bu kadın ‘nüfus’un en modern
işlevinin ‘seyredilme’ ve ‘satın alınma’ olduğunu gösteriyor.
Sözü ‘mağduriyet’ söylemine getirmek değil bu yazının amacı. Tersine, söz konusu ‘bilanço çıkarma’ faaliyetine bir halka eklemek isteği ile
bu ‘kadınlara faklı bakan’ ‘modern’ iradenin bir tür gözden geçirilmesi
çabalarına bir katkı oluşturmak. Bu yazı, eleştirdiği ‘modern’in karşısında
yeni bir post-modernlik, gelenek savunuculuğu, liberal özgürlükçülük
veya başka bir ‘yeni’ önermiyor. Bu coğrafyadaki ‘uygarlık arayışı’nın
çok önemli bir dönemeci olduğunu düşündüğüm modernleşme çabaları-
nın içeriden bir eleştirisi olmaya niyetli; artık ‘otoriter’ erilliği de eleştirebilmek ve insanlara daha çok eşitlik ve özgürlük sunabilecek bir yaşamın olanaklarını düşlemek amacındadır bu yazı.
TÜRKİYELİ SOSYAL BİLİMCİLERİN MODERNİST Serpil Üşür Sancar
3
KÖRLÜĞÜ
Türkiye’de siyasal rejimin otoriter niteliği hem gündelik yaşamdaki siyaset sohbetlerinin hem de sosyal bilimciler arasındaki tartışmaların temel
konusudur. Türkiye’de demokrasinin sınırlılıklarının ve toplumun otoriterliğinin derin kökenlerini sorgulayan farklı yaklaşımlar herkesin malumudur. Otoriterliğin kaynağını bürokratik devlet geleneğinde,
patrimonyal devlet yapısında, Batılılaşma akımlarıyla birlikte oluşan
merkez-çevre çatışmasında arayan yaklaşımları okuruz, tartışırız. Ekonomi politik geleneğinden bakanlar ise, sanayileşmeyi desteklemeyen
kapitalist birikim stratejisinin talan ekonomisine ve rantiye kapitalizmine
nasıl yol açtığını anlatır. Ekonomik bağımlılık ve emperyalizmin yol
açtığı dışa kaynak transferinin sonucu oluşan siyasal bağımlılık ve yoksulluk çözümlemeleri, kafamızı kurcalayan meselelere açıklayıcı çerçeveler sunar. Bütün bu yaklaşımların bize bilgilerin Türkiye’yi anlamamızı
kolaylaştırdığı çok açıktır. Ama, bütün bu ‘iddialı’ yaklaşımların bakmadığı, atladığı, önemsiz gördüğü bir alan var ki Türkiye’de sosyal bilimcilerin temel bir çözümleme alanına ilişkin körlüğünü bize gösterir. Türkiye’nin son iki yüz yılını açıklayan modernleşme, kapitalistleşme ve
uluslaşma süreçlerini belirleyen düzenleme stratejileri içinde ‘devlet’ ve
‘piyasa’ odaklı stratejilerin yanısıra ‘aile’ odaklı stratejinin düzenleyici
gücü, bu körlük nedeniyle hep çözümleme dışı kalır.
Toplumsal yaşamın aile odaklı alanı derken sadece hukukî aile yapı-
sını kastetmiyorum. Vurgulamak istediğim, öncelikle kandaşlık ve evlilik
ile oluşan toplumsal ilişkiler örüntüsüdür elbette. Ama, aile odaklı toplumsal örüntülerden bunun ötesine geçen bir alanı; genel olarak akrabalık
ilişkileri diyebileceğimiz sosyallik alanını; bunun yerleşime, etnik ve dinî
cemaatleşmeye dayanan sosyal ilişkilerle iç içe geçerek oluşturduğu
örüntüleri kastediyorum. Aslında bu alan klâsik modernleşme tanımlarında, sanayileşme, kentleşme ve kapitalist piyasa dinamiklerinin gelişimi
ile yok olacağı söylenen bir alandır. Modernleşme kuramcılarının bu
önermesinin hâlâ gerçekleşmemiş olması gerçeği bir yana, aile dediğimiz
kurumsal yapıyı1
kuşatan toplumsal dokuların çözümlemeye katılmaması
-hem Marksist hem de liberal kuramcılar arasında- neredeyse bir gelenek
hâline gelmiştir. Modernist sosyal bilimcilerin büyük çoğunluğunun
toplumsal çözümlemeyi sadece devlet ve ‘formel’ toplum odaklı görmesi; bu çözümlemeden söz konusu ‘enformel’ alanı dışlaması, sosyal
1
Bir kurumsal yapı olarak ailenin anlamı ve değişim dinamiklerinin tanımlanışı için bkz:
Therborn, G., (2004), Between Sex and Power: Family in the World 1900-2000, Routledge. Doğu Batı
4
bilimler alanındaki modernist epistemoloji geleneğinin tipik bir göstergesidir.
Modernleşmeci epistemolojinin dikkate aldığı toplumsal dinamikler
ücretli işgücü, örgütlü çıkar grupları, sermaye hareketleri, metalaşma
süreçleri benzeri dinamiklerdir. Bu dinamiklerin gelişiminde sanki ailesini geçindirme rolünü sosyal bir sorumluluk olarak sırtında taşıyan işçinin erkek kimliğinin; sigortasız ve sendikasız, hattâ kaçak çalışan işçinin
etnik cemaatine olan bağlılığının; sermaye grupları çatışmaları arkasında
dinî inanç gruplarının farklılaşan çıkarlarının kurucu etkisi yokmuş gibi
davranılıyor.
Aile odaklı toplumsal örüntülerin bu yazı açısından önemli özelliği,
modernleşmeci paradigma tarafından dışlanmış olmasının yanı sıra, kadınların bu alandaki birçok insanî ilişkiyi düzenleme ‘meşruiyeti’ne sahip
olmasıdır. Aile içi düzenlemeler, akrabalar arası ilişkiler, cemaat içi kar-
şılıkların ayarlanması, genellikle kadınların düzenlenmesine bırakılmış
alanlardır.2
Kadınların kendilerini görünür kılabildikleri ve değişik güç-
lenme stratejileri ile etkin olabildikleri bu ‘enformel‘ örüntüler alanı, aynı
zamanda cinsiyet rejimlerinin3
de beslenme ve donanım oluşturma alanı-
dır. Modernleşmeci paradigmanın görmek istemediği bu alan –bir tür premodern olan ve yok olmaya mahkum sosyallikler olarak, modernleşmenin iktidar pratiklerine çok geniş olanaklar sunuyor.
AİLE İLE TOPLUMU AYIRAN BİR DÜZENLEME
STRATEJİSİ OLARAK MODERNLİK
Kapitalistleşme ve onun zihinsel uzantısı olan modernleşme süreçlerinin
düzenleme stratejilerine olan gereksinmesi açıktır ve düzenleme pratiklerinin kurucu özneleri piyasa/sermaye, devlet/siyasal iktidar olduğu kadar
cinsiyet kimliklerinin, çocuk yetiştirme politikalarının, nihâyet cinselliği
denetleme pratiklerinin kurucu öznesi olarak ‘aile’ de önemli işlev görür.
‘Devlet’in ve ‘piyasa’nın yanında ‘aile’nin de kurucu ve düzenleyici ka-
2
Kadınların cemaat ve kandaşlığa dayalı ilişkilerin taşıyıcısı olduğunu söyleyen feminist
araştırmacılar, bu alanda ufuk açıcı çözümlemeler yapıyorlar. Bunların öncülerine örnek için
bkz: Yuval-Davis, N, (1997), Gender and Nation, Sage; Kandiyoti, D., (der.), (1996),
Gendering the Middle East: Emerging Perspectives, I. B. Tauris Publ.; Abu-Lughod, (der.),
(1998), Remaking Women: Feminism and Modernity in the Middle East, Princeton Univ. Press;
Joseph, S. ve S. Slyomovics, (der.), (2001), Women and Power in the Middle East, Univ. of
Pennsylvania Press.
3 Cinsiyet rejimi kavramı ile, toplumsal olguların cinslere ve cinsiyetlere atfedilen özelliklerle
ilişkilendirilerek iktidar süreçlerine eklemlenmesini kastediyorum. Diğer deyişle, toplumsal
hiyerarşiler ile cinsiyet hiyerarşileri arasında kurulan metaforik ilişkiler yoluyla, sınıf, etnik
köken, bölge ve ırka dayalı toplumsal özneler arasındaki iktidar ilişkilerini ‘doğallaştıran’, yani
‘cinsiyetlendiren ‘ toplumsal örüntüleri kastediyorum. Serpil Üşür Sancar
5
pasitesini görmek, sosyal bilimciler için önemli bir körlükten kurtulma
olanağı sunar.
Modernlik, en genel tanımıyla, insanlar tarafından düzenlenebilir bir
toplumsallık hayâl etmektir. Gerçekten de modernleşme süreçleri toplumsal yaşamın aslında birbiriyle ilişkili alanlarını ayrıştırma ve farklılaş-
tırma ile kendini var etmiştir; ortaya çıkan farklı toplumsal alanlar arasında oluşan iktidar ilişkileri de, düzenlemenin malzemesi olmaktadır.
Modernleşme, toplum-devlet, aile-toplum, özel-kamusal, sivil-siyasal,
kişisel-toplumsal gibi insan yaşamını farklı alanlara bölme ve sosyalliğe
farklı veçheler atfetme özelliği ile çok güçlü bir düzenleme iktidarına
sahip olmuştur. Batı’nın modernlik anlayışından türeyen bu anlayış, insan
yaşamını, aile yaşamı ve toplum yaşamı diye bölümlemekle kalmamış,
aileyi duygusallığın, biyolojik ve manevî gereksinmelerin alanı olarak
tanımlarken, toplumu da çıkarın, çatışmanın, şiddetin ve gücün, yani
maddî süreçlerin alanı olarak tanımlamıştır. Bu birbirinin zıttı olan iki
alan aynı zamanda cinsiyetlendirilmiş özelliklerle birlikte kurulmuştur.
Aile alanının dişilliği, toplumsal alanın erilliği ile farklılığa dayalı bir
bütünlük oluşturur. Modernin zihniyeti, aileyi toplumun temsil ettiği ekonomik çıkardan ve siyaseti kurma erkinden dışlamıştır. Modernlik, bir
bütün olan insan eylemlerinin farklı epistemolojik mekânlara ve bağlamlara ilintilendirilmesi ile sanki kendine özgü bir ontoloji de kurmuştur.
Modernliğin bu ayırarak sınıflandırma pratiğinin tamamen
cinsiyetlendirilmiş bir düzenleme olduğunu unutmamak gerekir.4
Modernliğin eleştirel kuramcılarından Foucault, modernliğin kullandığı düzenleme pratikleri arasında cinselliğin, bir düzenleme pratiği ve
bio-politik olarak nasıl oluştuğuna dair çok ufuk açıcı çözümlemeler
4 Feminist literatürdeki çok yaygın bir tartışma alanı oluşturan modernlik eleştirilerine örnek
Türkçe yayın olarak bkz: Pateman, Carole, (1993), “Kardeşlerarası Toplumsal Sözleşme”, Sivil
Toplum ve Devlet, (der.) J. Keane, Ayrıntı Yay.; Frazer, Nancy, (1998), “Cinsiyet Eşitliği ve
Refah Devleti: Sanayi Sonrası Bir Düşünme Girişimi”, içinde, Demokrasi ve Farklılık, (der.) S.
Benhabib, WALD Yayınları; Phillips, Anne, (1995), Demokrasinin Cinsiyeti, Metis Yayınları;
Phillips, Anne, (1995), “Feministler Liberal Demokrasiden Vazgeçmeli mi?“, Mürekkep, 1, ss.
62-69. Tartışmaların öncü yazılarından bazı örnekler için bkz: Eisenstein, Zillah, (1996),
“Equalizing Privacy and Specifying Equality” içinde N, Hirschmann, et. al.,(der.), Revisioning
the Political, Westview Press. ss. 181-192; Mansbridge, J., (1998), “Feminism and
Democracy”, içinde, Feminism and Politics, (der.) A. Phillips, Oxford Univ. Press. ss. 142-58;
Squires, Judith, (1999), “Representation”, içinde Gender in Political Theory, Polity Press. ss.
194-224; Okin, Susan Moller, (1991), “Gender, the Public and the Private”, içinde, Political
Theory Today, (der.) D. Held, Polity Press, ss. 67-90; Pateman, Carole, (1989), “Feminist
Critique of the Public-Private Dichotomy”, içinde The Disorder of Women, Stanford Univ.
Press, ss. 118-140. Doğu Batı
6
yapmıştır.5
Evlilik, aşk, romantizm, sağlıklı çocuk yetiştirme, sadakat/ihanet, cinsel zevk, mahremiyet ve duygusal destek gibi modern anlayışlar esas olarak insanların, üretim ve siyaset gibi temel ve zorunlu etkinlikleri dışında kalan sosyallikleri olduğu iddiası, modern sosyalliğin
kurucu bir söylemi olarak zaman içinde gelişiyor. Foucaultcu anlamda bir
bio-politik, cinselliğin, çocukluğun, ailenin örgütlenmesinin modernlik
tarafından nasıl bir iktidar pratiği olarak yeniden kurularak var edildiğini
gösteriyor; dahası bunun modernliğin bir tür mantığı olduğunu söylüyor.
Böyle bir izlekten gidecek olursak, Türk modernleşme projesinin de bir
modern Türk ailesi yaratma fikri6
üzerinden kurgulandığını görürüz. Türk
ailesinin kuruluş süreci ise çağdaş Türk kadını imgesine dayanır.
BİR DÜZENLEME STRATEJİSİ OLARAK ‘MODERN TÜRK
AİLESİ’ VE ‘MODERN TÜRK KADINI’
Türkiye tarihinin bir modernleşme tarihi olarak okunması bir tür epistemolojik paradigmadır ve kendi içinde bir tutarlılık arz eder. Bu modernleşmenin, kapitalistleşme ve uluslaşma ile olan yakın içsel bağlantısı ise
her zaman analizlerin temel sorusudur. Bu analizlerin birinci derdi ise
kendini Avrupa’nın modernleşme, uluslaşma ve kapitalistleşme süreçleri
ile karşılaştırdığında ortaya çıkan farkları ve benzerlikleri anlamlandırma
zorunluluğudur. Bu paradigmadan bakarsak, Kıta Avrupası’nın, tarihsel
olarak, erken kapitalistleşme dinamikleri ile şekillenen ilk ulus-devletlerinin önayak oldukları modernleşme süreçleri ile şekillendiğini söyleyebiliriz. Ardıl süreçlerde kapitalistleşme dinamikleri ile yüzyüze gelen
coğrafyalarda ise değişim dinamikleri farklı öncelikler yaratmıştır. Türkiye’nin sosyal coğrafyası, geç kapitalistleşen diğer coğrafyalara benzer
bir biçimde, piyasayı düzenlemek için önce devleti düzenlemek zorunda
kalmıştır. Bu da uluslaşma ile ilgili dinamiklerin daha başat olduğu bir
modernleşmenin kuruluş dönemine egemen olması anlamına gelir.
Türk modernleşmesinin başat düzenleme pratiğinin uluslaşma olması,
kurucu öznesi olan Türk Ulusunu tanımlama tartışmalarının politik anlamını gösterir. Türk ulusunun tanımlanma pratiği olan Türk milliyetçiliği,
bütün geç uluslaşan veya sömürge deneyimi üstüne kurulan diğer milliyetçilikler gibi, ‘Batı’ ile olan ilişkisinde patolojik yarılmalar, şizofrenik
5
Foucault’nun cinselliğin düzenlenmesi ile modern öznenin nasıl düzenlendiği üzerine ilginç
yorumu onun Cinselliğin Tarihi (Afa Yay., 1994) adlı üç ciltlik kitabında ve ayrıca modern
öznenin kuruluşu üzerine yazdığı sayısız yazıda, örneğin Özne ve İktidar Seçme yazılar 2,
(Ayrıntı Yay., 2000) kitabında bulunabilir.
6
Bu konuda yeni yapılmış bir çalışma için bkz: Aytaç, Ahmet Murat, (2003), “Aile ve Siyaset:
Türkiye’de Modern Aile Fikrinin Oluşması”, A.Ü.S.B.E. siyaset bilimi ABD yayımlanmamış
yüksek lisans tezi. Serpil Üşür Sancar
7
parçalanmalar ile birlikte var olmuştur. Sonradan uluslaşan topluluklar,
kendi kimliklerini -bütün benzeşme, aynılık iddialarına rağmen- ilk
uluslar olarak ortaya çıkan kapitalist toplumlara göre bir fark olarak
tanımlamak7
zorunda kalmışlardır.
Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkış koşullarını da tanımladığını düşündüğüm bu bağlamı anlamak için XIX. ve XX. yüzyılın toplumsal deği-
şimlerinin içinde oluştuğu Doğu-Batı geriliminin nasıl somutlandığını
düşünmek gerekiyor. Türkiye, kendi uluslaşma ve modernleşme dinamikleri, dışşal dinamikler ile harekete geçirilmiş bir sürecin sosyal-siyasal ürünüdür. Diğer deyişle, yeni bir ulus-devletin yaratılması gereksinmesinden türeyen düzenleme stratejileri ile sermaye ve kapitalist-piyasa
mantığının düzenleme stratejilerinin farklılaşması, dikkat gereken özgünlüklerin yaratıcısıdır. Bu farklar ulus-devleti veya kapitalist piyasayı
düzenlemeye yönelik cinsiyet rejimleri arasındaki farkları da gösterir.
Kapitalist piyasa dinamikleri, kadınların ve erkeklerin –farklı emek türleri
olarak– ücretli işgücü hâline dönüştürülmesi eğilimleri yaratırken; ulusdevlet yaratma süreçleri, erkekleri vatansever askerler, kadınları da do-
ğurgan analar ve sadık eşler hâline dönüştürme dinamikleri yaratma eğilimindedir.8
Türkiye’nin uluslaşma ve kapitalistleşme gereksinmelerinin anlam
oluşturma bağlamı olan modernleşmeci zihniyet, Avrupa’dan geri kalmışlık korkusu içinde varlık bulan XIX. yüzyıl sonu Türk milliyetçilerine, sadece Doğu-Batı farkı söylemi içinde hareket etme olanağı sunabilmiştir. Dünyanın Doğu ve Batı olarak iki farklı kültür ve uygarlıktan
oluştuğu; bunlar arasındaki farkların anlamlandırılması ile vücut bulan
oryantalizmin tanımladığı konumlar, özneler ve farklardan oluşan anlam
dünyası, Türkiye’de modernleşmenin gelişimini anlamlandıran ve
yönlendiren temel bağlamlardan önde geleni olmuştur. Oryantalizmin
kurucu unsuru olan Doğu-Batı farkının temel özelliklerinden biri de farklı
cinsiyetler ve farklı cinsellikler anlatısıdır.9
Bir zihniyet tarzı olarak
oryantalizm, Doğu’yu Batı’dan farklı olarak tanımladığında, bu farkı
7
Uluslaşma süreçlerinin birbirlerinin karşısındaki konumlanışına göre nasıl oluştuğu
tartışmalarının öncülerinden Partha Chatterjee’nin Türkçe’ye çevrilmiş çalışmalarına bakılabilir: (2002), Ulus ve Parçaları, İletişim Yay.; (1989), Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası,
İletişim Yay.
8
Milliyetçiliğin etkisi ile oluşan kadın kimliklerinin özgünlüğü üzerine bkz: Altınay, Ayşe Gül,
(der.), (2000), Vatan, Millet, Kadınlar, İletişim Yay.
9
Oryantalizmin cinsellik anlatısına örnek için bkz: Yeğenoğlu, Meyda, (2003), Sömürgeci
Fantaziler: Oryantalist Söylemde Kültürel ve Cinsel Fark, Metis Yay; Schick, İrvin Cemil,
(2000), Batı’nın Cinsel Kıyısı: Başkalıkçı Söylemde Cinsellik ve Mekânsallık, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları. Doğu Batı
8
cinsiyetlendirerek, hattâ Doğu’nun kendisini de Batı karşısında, tahakküm altında tutulabilecek bir ‘dişil’ dünya olarak anlamlandırılarak var
olagelmiştir.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN EPİSTEMOLOJİSİ: BATI’DAN
BİR FARK OLARAK ‘TÜRK KADINI’ VE ‘TÜRK AİLESİ’
XVIII. ve XX. yüzyıllar arasında, önce gelişen kapitalist yapıların dünyanın geri kalan bölgelerine yönelttikleri tehdit ile oluşan Doğu-Batı farkları ‘temel’ söylemi, bu dönemlerin bütün zihniyet süreçlerine damgasını
vurmuştur. Türk modernleşmesi de bu tarihsel bağlam içinde ulus-devlet
kurmaya soyunmuş bir gelişmedir. Bu bağlamda, Türk modernleşmesi
kendini ne kadar Batı ile ilişkili tanımlamaya çalışsa da –aslında Batı’nın
maddî kuruluşu içinde yer almadığı için– bu özdeşlik sorunlu olmuştur;
Batı ile her aynılık iddiası aynı zamanda bir farklılık iddiası ile birlikte
var olabilmiştir. Türk modernleşmesi de bu kurucu epistemolojik ger-
çeklikten nasibini almıştır. Türk modernleşmesinin ana dokusunu oluşturan milliyetçi düşünce, Batıcılık akımları etkisinde kalarak şekillenmiş
olmasına rağmen, kendisini tanımlamak için, Batı’dan farklarını tanımlamak zorunda kalmıştır. Bu farkın en yaygın tarzı da uygarlık(bilim) ile
kültür arasında yapılan fark tanımından türeyen bildiğimiz millî kültürü
koruma gereği söylemine dönüşmüş hâlidir. Türk modernleşmesinin kendini tanımlarken Batı ile arasındaki mesafeyi ‘doktrine’ etme tarzını anlamak için, dönemin Batılılaşma/aşırı Batılılaşma tartışmalarına bu gözle
bakmak öğretici olur.
Bu süreç, Türk modernleşmeci elitlerinin cinsiyet eşitliği anlayışının
gelişimine, modern olma ama Batı’dan farklı olma gereksinimi olarak,
damgasını vurmuştur. ‘Dışsal’ gelişmeye tepki olarak doğan Türk milliyetçiliğinin fark kurma pratiği, ‘Batı tarafından yok edilmemek için bir
fark olarak yerli kültürü korumak’ ile ‘Batı’ya karşı kendini savunmak
için Batıcı olmak’ arasındaki gerilim içinde oluşmuştur. ‘Batı’ olan bilim
ve teknik ile bütünleşirken ‘Doğu’ da kültür ile tanımlanıyordu. Kültür’ün farklılığını göstermek, bu fark üzerinden kendi ulus olma hakkını
savunmak anlamına geliyordu. Bu tür milliyetçilik erilliği, ulusun bekçisi
olmak, militer politikaları desteklemek, vatanı savunmak, ulusal kalkınmayı gerçekleştirmek ile özdeşleştirerek Batı’dan farksızlık, benzerlik,
boy ölçüşebilirlik iddiasını oluşturmuştur. Batı’dan farklı olan ise, dine,
kimliğe, cemaate, yerel kültüre, namus ve şerefe ait olan, yani dişil olandır; yerel ve özel olanın sürdürücüsü olan bu dişillik, kültürün göstergesi
olan giysiler, renkler, konut ve aile yaşamlarının özgünlüğü ile sembolize
edilmekte; müzik ve yemek üzerinden tanımlanan ulusal farklar arasın-Serpil Üşür Sancar
9
daki fark fantazilerine dönüşerek varlığını sürdürmektedir. Demokratik
geleneklerin savunucusu olduğu düşünülen çokkültürlülük bile artık bu
cinsiyetlendirilmiş farkların göstergeleri üzerinden tanımlanmaktadır.
‘Batı’ içinde kalarak ‘fark’ oluşturmak süreci, kurucu elitlerin eril zihniyetiyle beslendiğinde, zamanla cinsiyetlenmiş anlamlara dönüştü. Kurucu iradenin, ‘Batı gibi’ yaşamak; ama, ‘erkeklik’ dışında kalan bir
alandan bir ‘gösteren oluşturmak’ aracılığıyla kültürün temsilini düzenleme iradesi millî kültürün kadın/aile öznesini yaratmıştır. Batılı olmayacak olanın temsilini olanaklı kılan göstergeler alanı kadın ve aile etrafında odaklanan ve esas olarak cinsel ahlâkın düzenleme alanına yönelmiştir. İşte bu anlamda, Türk modernleşmesinin kurucu ögelerinden biri
olan modern Türk kadını aslında Batı’dan bir ‘fark’tır.
XX. yüzyılda oluşan ‘geç milliyetçilik’lerde Batı ile farkın semantik
kurgusunun bir cinsiyet rejimi oluşumuna uygun ortam sağladığını görmek, bu cinsiyet rejiminin otoriter yapısını anlamada önemli ipuçları
sunmaktadır. Batı’dan farklı olanı tanımlamak ile toplumsallık içinde
‘dişil’ olanı ayırarak ‘göstermek’, bu cinsiyet rejiminin temel düzenleme
stratejisini oluşturuyor. Bu stratejinin gönüllü katılımcıları olan kadınlar,
kendi ‘gösteren’ konumlarını kendi yararları için kullanılabilme pratikliği üzerine binen bir meşruluk yaratıyorlar. Millî kültür ve ulusun namusunu temsil eden kadınlar bu temsiliyetin karşılığı olan kamusal görü-
nürlüğü elde edebiliyorlar. Ama, bu kültür ne kadar ‘öz’ olarak tanımlanırsa, değişmezlik atfetme ve araçsallaştırma da o kadar güçlü oluyor.
İşte bu nedenle, kültürün sembolleri olan kadınlar konuşamaz, kendi sorunları adına savaşamaz; sadece ‘gösterir’ler; kendi adlarına bir özne
veya irade değillerdir.
Batılılaşmanın patolojisini içinde taşıyan modern Türk kadını kimliğinin, göstereni olduğu millî kültür alanı, toplumsallığı sürekli yeniden ve
yeniden düzenleme olanağı sunan çok esnek bir stratejiler alanı sunmuş-
tur. Nitekim, millî kültür adına yapılan siyasal düzenlemelere bakacak
olursak, siyasal iktidarların bu cinsiyetlendirme ile neler yarattığını görmek olanaklıdır. Modernliğin otoriter tarzları ile erilliğin modern
tahhakküm tarzları, bu cinsiyetlendirme sayesinde çok yaratıcı eklemlenmeler gerçekleştirebilmiştir. Türk milliyetçi ve modernist elitlerinin ulus
tahayyülü cinsiyetlendirilmiş bir toplumsal pratiktir; bu sürecin analizi ise
bize orta sınıf erilliğinin sınırlarını gösterir.
TÜRK MODERNLEŞMESİNİN KADIN VE AİLE
TAHAYYÜLÜ: SINIFSAL FARKLAR VE SINIRLAR Doğu Batı
10
Zaman içinde Türk kadını ve Türk ailesi öznelerinin sınırlarının nasıl
çizildiğine bakarsak bazı düzenleyici söylemlerin sürekliliğini görürüz.
Bunlardan biri aşırı Batılılaşma söylemi’dir. Türk modernleşmesinin
XIX. yüzyıl sonu Osmanlı aristokratları ve İstanbul üst sınıfı içinden
gelişen tarzı ile modernleşen eğitim kurumlarından yetişen orta sınıf
‘Anadolucu’ tarzı arasındaki farkların, yeni kurulacak cumhuriyetin siyasal kimliğini yakından ilgilendiren niteliği malumdur. Bu farkın tanımlanmasında ‘Anadolucu’ kesimin, Osmanlı üst sınıf/hanedan ve İstanbul
odaklı tarzlarını dışlamak için, bu kesimin kadınlarının ve erkeklerinin
Batı hayranlığını /Batı taklitçiliğini tartışıyor olması ilginçtir.
Batı taklitçiliği eğitim, sanayi malları üretimi, askerî örgütlenme gibi
alanlarda Türk modernleşmesinin önemli bir stratejisi olmasına karşı, aile
hayatımızda Batı taklidi olmanın çok tehlikeli kopmalar ve yozlaşmalar
yaratabileceği söylenegelmiştir. Aşırı Batıcılık, tüketim düşkünlüğü, aylaklık, asalaklık, cinsellik merkezli bir yaşamın yozluğu anlamına gelir.
Alafrangalık, tangoluk tanımları bugün de çok canlı olan bu söylemin
Batı tarzı yaşam olanaklarına sahip ‘üst sınıf’ kadın kimliklerine bir gönderme veya mesafelendirmedir. Üst sınıf kadınlık karşı alınarak yürütülen
dışlamaların bir tür eril paranoya hâline dönüştüğü bile söylenebilir.
“Fazla batılılaşırsak ailemiz ve insanî olan değerlerimiz yok olacak”
söylemi değişik dönemler boyunca geçerliliğini sürdürmüş ve hâlâ sürdürmekte olan verimli bir anlam üretim alanıdır. Bu söylemin düzenlediği
alanın bir tür özgürlük talebiyle ortaya çıkacak olan üst sınıf kadınların
yaşam pratikleri olduğu gayet açıktır. Kadınların özgürlüğünün sınırı
Batı’ya benzememekten geçer.
Batı’nın tehdidi karşısında bir ulus olarak ayakta durabilme meselesi,
modern Türk kadınının nasıl yaşadığı ile her zaman yakından ilişkili olmuştur. Geri kalmış, yoksul ülkesinin kalkınması için Anadolu yollarında
mücadele eden, gerektiğinde savaşan Türk kadını imgesi, bu anlamda
aktif ve kamusal görünürlüğü olan kadınlara gönderme yapar. Bu görev
peşindeki fedakâr ve cefakâr modern kadından kendi kişisel varlığını ve
sorunlarını unutacak kadar suskunluk ve cinsel açıdan da aseksüelliğe
varan püritenlik beklenir.10
10 Modern Türk kadını kimliği üzerine yakın dönemde geniş bir literatür oluştu. Örnek için bkz:
Berktay, Fatmagül (2002), “Doğu ile Batı’nın Birleştiği Yer: Kadın İmgesinin Kurgulanışı”,
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık cilt 3, İletişim Yayınları.
Durakbasa, Ayşe, (1998), “Cumhuriyet Döneminde Modern Kadın ve Erkek Kimliklerinin
Oluşumu: Kemalist Kadın Kimliği ve ‘Münevver Erkekler’ içinde 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, Tarih Vakfı Yayını; Kadıoğlu, Ayşe, (1998), “Cinselliğin İnkarı: Büyük Toplumsal
Projelerin Nesnesi Olarak Türk Kadınları”, içinde 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, (ibid);
Şerifsoy, Selda, (2000), “Aile ve Kemalist Modernizasyon Projesi, 1928-1950”, içinde Vatan, Serpil Üşür Sancar
11
Böylece, cinselliğin denetimi ile siyasal rejimin kuruluşu eş ve iç içe
süreçler olarak gerçekleşir. Üst sınıf farklarını çizen sınırlar başka bir
noktada alt sınıf kadınlık tarzları ile ‘modern kadın’ kimliğini de ayrıştı-
rır. Modern kadının ötekisi olarak kurulan geleneksel kadın, öteki uçta
hem cehalet, bağımlılık ve ezilmişliğin hem de çalışkanlık ve fedakârlığın
sembolü olarak tanımlanır. Kırsal dünyanın, aşiret ve cemaat ilişkilerinin,
etnik ve dinî kimliklerin dünyası -modernliğin dışarıda tutmaya çalıştığı
toplumsallıklar olarak- kadın kimlikleri ile ilişkilendirilebildiğinde kolaylıkla dışlanabilir. Geleneksel ve modern kadın kimliği ikilemi11 İslamcı-laik kadın kimlikleri farkına dönüşerek zaman içinde siyasal rejim
tartışmalarının ‘gösteren’ine dönüşmüş ve siyasal alanın kurucu dışlamalarına epey zemin oluşturmuştur ve hâlâ da oluşturmaktadır.
Alt sınıf kadınlarına yönelik dışlama pratiklerini düzenleyen bu söylem, yüzyılın başındaki kadın hareketleri içinde olduğu gibi yüzyılın
sonunda, 1980 sonrası güçlenen kadın hareketleri içinde de çok önemli
siyasal sonuçlara yol açmıştır; ideolojik üst kimliklerin kadın hareketini
parçalı hâlde sürdürmesine katkıda bulunmuştur. Modernliğin bir iktidar
stratejisi olarak dışladığı gelenek, modernleşmeci siyasal çevrelerle çıkar
çatışmasına giren dinî, etnik ve yerel güçlerin gösterenine dönüşmüştür.
Bu gösterenin en önemli ögesi de, bilindiği üzere, kadın bedeni, cinselliği, doğurganlığı, dil ve kültürel konuşma pratikleri, vb. aracılığıyla kurulmuştur. Modernlik üzerinde çatışan siyasal çevrelerin bu
cinsiyetlendirme pratiği sayesinde, merkezin erilliği karşısında yerel cemaatlerin dişilleştirilmesi modern dönem Türkiye siyasetinin en önemli
eksenlerinden birini oluşturmuştur.
Türk modernleşmesinin kadın ve aile söylemleri alt ve üst sınıf kadın
kimlikleri tanımlayarak sınıflararası farkların düzenlenmesinde temel bir
rol oynamaktadır. Bu özellikleri itibariyle modern kadın ve aile tanımlarının orta sınıf, modernleşmeci, kentli erkek kurucuların tahayyülünü
yansıttığı söylenebilir. Bu tahayyül gereği modern kadın mazbutluk, fedakârlık ve aileye sadakat özellikleri ile üst sınıf aşırılıklarına karşıt olarak; eğitimli, haklarını bilen, kamusal görünürlüğe sahip özellikleri ile de
alt sınıf gelenekselliğine karşı bir duruş olarak yaşam bulur.
Millet, Kadınlar, (der.) A. G. Altınay, İletişim Yayınları, Toska, Zehra, (1998), “Cumhuriyetin
Kadın İdeali: Eşiği Aşanlar ve Aşamayanlar”, içinde 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, (ibid).
11 Bu kimliklerin özellikleri için bkz. Sancar Üşür, Serpil, (1998), “Siyasal Kurumlarda
Cinsiyetçilik ve Kadınların Söylemsel Kuşatılmışlığı”, Kadın ve Gelecek, TODAIE Yayınları
ve “Gender and Class Ideologies in Turkey”, Beyond Sex and Gender: The Future of Women’s
Studies, Women’s Studies Network (UK) 15. Yıllık Kongresi’ne sunulan tebliğ, 19-21 Eylül,
2002, Belfast, K. İrlanda.Doğu Batı
12
Bu tahhayyülün orta sınıf içi düzenlemeleri de benzer bir siyasal gerilim anlatısı içinde şekillenmiştir. Bu modern kadın kimliğinin en sorunlu,
çatışma potansiyeli taşıyan noktası ‘kamusal alanda görünür olma gereği’dir. Kadınların bu görünürlüğü siyasal özne hâline gelerek siyaseti
değiştirme noktasına ulaşma riskini her zaman içinde taşımaktadır. O
nedenle, bu görünürlüğün pasifleştirilmesi, işlevsizleştirilmesi, şekilsel
kılınması bu düzenlemenin önemli yoğunlaşma noktaları olmuştur. Kadınların eşit vatandaşlık konumları ile çok ilgili olan bu durum,
1930’ların başlarında tek parti rejiminin kurulması sırasında yapılan dü-
zenlemelerden çok beslenmiştir. Türk Kadınlar Birliği (TKB)’nin devlet
ve partiden (CHF) özerkleşmeye çalışan taleplerinin baskı ile karşılaş-
ması, vali marifetiyle kadın örgütlerine başkan tayin etme, TKB’nin siyasal taleplerle değil, sosyal yardım faaliyetleriyle uğraşmaya yönlendirilmiş olması12 bu düzenleme stratejisinin önemli bir başarısı olmuştur. Bu
sayede bugüne kadar varlığını sürdüren bir modelleme gerçekleşmiş;
kadınların siyasal toplum içinde bile siyasetle değil, topluma yararlı sosyal faaliyet denen şeylerle uğraşmalarının meşruluğu sağlanmıştır. Bu
durum bugün hâlâ siyasal partiler içindeki kadınların erkeklerden farklı
ve ikincil alanlara yönlendirilmesi olgusunu da açıklar. Diğer deyişle,
modern Türk kadınının Batı’ya karşı bir gösterge olan kamusal görünürlüğü, taşıdığı eşitlik potansiyeli ile onun siyasal toplum içinde bile siyasal
olmayan işler ile görevlendirilerek dışlanması arasındaki gidip gelmeler
ile var olmuştur. Siyasal partiler içindeki ‘kermes düzenleyici kadınlar’
imajı bu sayede yaşayan bir model hâline gelmiştir. Tek parti döneminin
yarattığı bu düzenleme bugüne çok değişmeden gelebilmiş, kadınların
‘siyasal temsili’ yerine sosyal faaliyet ile uğraşmaları ‘alışkanlığı’nı yaratmıştır.
Modernleşme yanlısı düşüncenin kadın kimlikleri etrafında edebiyatta,
siyasette, eğitimde sürdürdüğü tartışmalar aynı zamanda modern anlamda
sevgiye dayalı bir evlilik ve çekirdek aile talebi ile ilgilidir. Bu aile, dinin,
yerelliğin, cemaatin ve aristokrasinin geniş/cemaate dayalı ailesine meydan okuma zihniyetini yansıtır. Bu modern ailenin erkekleri ‘babasız’dır13; hiçbir otoriteye boyun eğmez. Başka konumlar ve kimlikler üze-
12 Dönemin gelişmeleri ve Türk Kadınlar Birliği üzerine bkz: Zihnioğlu, Yaprak, (2004),
Kadınsız İnkılâp: Nezihe Muhiddin, Kadınlar Halk Fırkası, Kadın Birliği, Metis Yay.; Baykan,
Ayşegül ve Belma Ötüş-Baskett, (1999), Nezihe Muhittin ve “Türk Kadını” 1931, İletişim
Yay.; Durakbaşa, Ayşe (2000) Halide Edib: Türk Modernleşmesi ve Feminizm, İletişim Yayınları.
13 Türkiye’de modern erkeklik kurgusu üzerine hemen hiç bir araştırma yoktur. Tanzimat ve
Cumhuriyet döneminin erkeklik kimliği üzerine istisnaî çalışmalar için bkz: Parla, Jale, (1990),
Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri, İletişim Yay.; Sirman, Serpil Üşür Sancar
13
rine konuşan, ama kendi üzerine konuşulmayandır; bir tür ‘kerameti kendinden menkul konum’ olarak modern erkeklik de kendi sınıfsal sınırları
içinde metaforik/sembolik anlamlandırmalar aracılığı ile çizilmiştir. Aslında eril şiddet, kan davası, namus cinayeti onun değil, alt sınıf ‘feodal
erkek’ davranışıdır. Bu orta sınıf modern erkeğin aslında kendi eşi gibi
mazbut ve toplumsal görevlerle ‘misyonlandırılmış’ bir meşruluk hattı
vardır. Hem vatanı ve ulusu koruyacak, hem de ailesini yönetip geçindirecektir.
OTORİTER MODERNLİĞE VE ERİL OTORİTERLİĞE KARŞI
DÖNÜŞTÜRÜCÜ PRATİKLERİN GÜCÜ
Türk modernleşmesinin kurucu öznelerinin tahayyüllerinin şekillendiği
bağlamlar, değişik tarihsel dönemlerde değişik çatışmalar ile yeniden ve
yeniden düzenlenmiştir. Bugünden bakıldığında sorulması gereken soru,
aslında, kurucu iradenin nasıl oluştuğu değil, bugüne kadar neden değiş-
mediği veya nasıl değiştiğidir. Kurucu dönemin 1880’lerden 1930’lara
devam ettiğini düşünürsek ve aradaki tek parti döneminin despotizmini
paranteze alırsak, sonraki dönemlerin bu mirası nasıl şekillendirdiği konusu daha merkezî öneme kavuşur. Çok partili döneme geçişin temsil
ettiği çoğul modernlikler, Türk modernleşmesinin karakteristiğini oluşturan bu cinsiyet rejiminin temel özelliklerini neden değiştirmemiştir? Dahası, dünyada ve Türkiye’de XX. yüzyılın en son radikal akımını temsil
eden 1968 hareketlerinin ve sol radikalizmin bu rejimin değişmesine yö-
nelik bir zorlaması ve çatışmalı konumları olmuş mudur? Gerek 1950’ler
gerekse 1960’ların dönüştürücü çatışmaları cinsiyet rejimi açısından çok
fazla incelenmemiş olmakla birlikte, temel bağlamın değişmediği; modern kadın imgesinin gündelik yaşam içinde zamanla ve gelişmeyle ortaya çıkan maddî değişimlerin (yeni eğitim ve istihdam olanakları,
medyatik görünürlükler, vb.) bağlamında çoğullaştığı söylenebilir. Ama,
Batı’nın tehditi altındaki kırılgan Türk ailesi sürekli teyakkuz hâlinde
olmaya devam etmektedir. Modern kadın imgesinin kamusal görünürlüğü
ile birlikte oluşan suskun, sessiz ve edilgen hâli, sol siyasal imgelerle birlikte yerinden edilmiş görünmemektedir. Türkiye’de radikal siyasal hareketlerin değiştirme iradesinin topluma değil devlete yöneldiği gerçeğinin
Nükhet, (2000), “Gender Construction and Nationalist Discourse: Dethroning the Father in the
Early Turkish Novel”, İçinde Gender and Identity Construction: Women of Central Asia, the
Caucasus and Turkey, (der.) F. Acar, A. Güneş-Ayata, Brill ve “Writing the Usual Love Story:
The Fashioning of Conjugal and National Subjects in Turkey”, içinde Gender, Agency and
Change, (der.) V. A. Goddard, Routledge.Doğu Batı
14
sonuçlarını tartışmak önemlidir. Siyasal radikalizmin erkek birey ile devlet arasındaki egemenlik ve iktidar ilişkilerini demokratik tarzda düzenlemeyi amaçlamış olduğu ortadadır. Özgürlükler adına ortaya çıkan radikal hareketler (sol, Kürt) ‘aile’ alanını bir demokratik düzenleme alanı
olarak politik tartışmaların ve siyasal metaforların alanına taşımadıkları
için -diğer etkileri bir tarafa-, onların radikalizminin etkisi çoğu zaman
milliyetçi muhafazakârlığın sınırlarını aşamamıştır.
TÜRK MODERNLEŞMESİNİN KADININA NELER OLUYOR?
Bugün, modern kadın kimliğinin toplumsal yaşamı düzenleyici gücünden
çok şey yitirdiğini görüyoruz. Siyasal merkezde yer alan modernleşmeci
erkek elitlerin -ister kendilerine sağ, isterse sol densin-, kadınların eşitliği
ve özgürlüğü tezini açıkça terk ettikleri görülüyor. Türkiye’de yaşanan
ağır eril tahakkümün militer ve milliyetçi boyutları henüz tartışılmaya
başlanmadı; ama aile içinde şiddet olarak somutlanan veçhesi giderek gün
yüzüne çıkıyor. Sadece namus cinayetleri olarak değil, her türlü cinsiyet
temelli şiddet karşısında bu güne kadar suskun kalmış modern orta sınıf
erkeklik imgesi değişime zorlanıyor. Eril tahakkümün sağcı olmayan muhafazakârlıkla, radikal olmayan solla, sadece devlet iktidarı karşısında
tanımlanan özgürlük anlayışıyla ve kadınların güçlenmesinden duyulan
yaygın korku ile ilişkili olduğunu daha açık görebiliyoruz.
Eril üstünlüğün, orta sınıf modern erkeklik imgeleri aracılığı ile yü-
rüttüğü egemenliği önemli bir çatlama noktasına gelmiş durumda. Otoriter modernlik anlayışı, mazbut, sadık ve sessiz modern kadın kimliği etrafında o kadar büyük bir toplumsal uzlaşma yaratmış ki artık kendi ‘ötekisi’ olan geleneksel kadın ile farkı fark edilmeyen bir noktaya gelmiş.
Eril otoriterliğin dayanak yaptığı modern kadın ve aile anlayışı zaman
içinde kendi ‘öteki’leri tarafından da benimsenmiş; hayata geçirilmiş.
Bugün aralarında kala kala başörtüsü takıp takmamaya ilişkin şekilsel bir
fark kalan karşıt kadın kimlikleri, aynı modern kadın kimliğinin içinde
erimiş, farksızlaşmış. Siyasal merkezin artık yeni bir kadın ve aile tanı-
mına ihtiyacı var ama bunu hâlâ yapamıyor; bu nedenle de eşitlik ve özgürlük isteyen kadınlarla siyasal merkezin modernlik tanımı arasındaki
mesafeler uzamakta, çatışmalar artmakta ve mutsuz ilişkiler çoğalmaktadır. Türkiye’de siyasal merkezin Türk milliyetçiliğine dayalı aile düzenleme stratejileri, artık küresel kapitalizmin yeni gereksinmeleri ile karşı-
laşmakta ve çatırdamaktadır. Şimdiki zaman kapitalist işgücü piyasasında
para kazanma becerisi ile aileye destek olabilen ‘çalışan kadın’ imgesinin
geçerli olduğu bir zamana doğru hızla ilerlemektedir. ‘Münevver eş’ yerini ‘para kazanan eş’e bıraktığı zaman, otoriter modernliğin mazbut anne Serpil Üşür Sancar
15
ve eş kimliği nasıl dönüşecektir? Batı ile aramızdaki farkı cinsel ahlâk
üzerinden tanımlamaya çalışan milliyetçi modernizm, kadınların çalışınca
kazandığı paralar üzerinden tanımlanan farklarla karşılaşmaya ve yüzleşmeye doğru gitmektedir.
Bugünün gelişimlerinin gösterdiği, gelecekte kadın kimlikleri üzerinden kurulan eril üstünlüğün artık toplumsal gerilimi modern ve gelenekçi
olan arasındaki kadın hakları farkları üzerinden kurmakta giderek zorlandığı ve inandırıcılığını yitirmekte olduğudur. Bu farklılaştırma ve düzenleme pratiği artık tamamen bir gerçekliğe gönderme yapamayan şekilsel –
erkekleri hükümette olan- ‘gelenek-şeriat’ dünyasının kadınlarını dışlayarak tutunmaya çalışmaktadır. Toplumsal değişimin tarafları gelenek ve
modernlik arasındaki karşıtlıktan uzaklaşmaktadır. Onun yerine çok deği-
şik kesimlerden kadınların kendilerine özgü güçlenme stratejileri ve özgürlük talepleri ile açıkça eril tahakküm arasında yapılanmaya dönüşü-
yor. Bu gelişmenin daha da sertleşerek devam edeceğini söylemek artık
bir kehânet değil.
Türkiye’nin modernleşme sürecinde bir dönemi arkamızda bırakmakta
olduğumuz çok açık. Bu dönemi ben otoriter modernleşme dönemi olarak
adlandırıyorum. Bu dönem biterken geçmişe bakan sosyal bilimciler ve
tarihçilerin, Osmanlı elitinin ‘devleti kurtarma çabası’ ile Cumhuriyet
elitinin ‘yeni ulus kurma’ projelerini nasıl bir kadın, aile ve erkeklik kurgusu üzerinden tahayyül ettiklerini araştırma zamanları gelmedi mi?