ÜNİVERSİTEDE FEMİNİZM? BAĞLAM, GÜNDEM VE OLANAKLAR∗∗∗
Serpil Sancar
Feminizmin üniversiteye girişi ve kadın çalışmalarının akademik bir alan olarak ortaya
çıkışı
‘Kadın çalışmaları’, akademik bir alan olarak 1960ların sonlarından itibaren ABD ve bazı
Avrupa ülkelerindeki önemli üniversitelerin idari yapısında ortaya çıktığında herhalde çok az
kişi bu alanın bugün neredeyse evrensel bir nitelik kazanmış halini hayal edebiliyordu. Bugün
en saygın üniversitelerin çoğunda lisans, yüksek lisans veya doktora düzeyindeki akademik
eğitim programlarına çeşitli biçimlerde ‘entegre’ olmuş ders programlarından, bu amaçla
kurulmuş araştırma merkezlerinden, bu alanda çalışan akademisyenleri bir araya getiren
uluslararası düzeyde örgütlenmiş dernek, grup ve iletişim ağlarından, özel arşiv ve
kütüphanelerden oluşan akademik bir alanla karşı karşıyayız.Türkiye’de bu konuda akademik,
politik ya da ‘popüler’ tartışmaların olmadığı gerçeği
1
ile dünyadaki bu gelişim çelişkili görünse
de Türkiye’de olup biteni tartışmaya da bir köşesinden başlamakta geç kalınmamalı. Bu yazı,
söz konusu yaygınlaşmanın nedenlerinden çok, ortaya çıkışındaki iddialarını ne ölçüde
gerçekleştirdiği ve bu gelişmenin Türkiye’ye özgü boyutlarını tartışmayı amaçlıyor.
Kadın çalışmaları alanının bir bilgi alanı olarak tanımlanması ve bunun akademik bir eğitim ve
araştırma alanına dönüşmesi sürecinde kadın çalışmalarının kendini diğer akademik
disiplinlerden farklı olarak nasıl tanımlamaya çalıştığını görmek gerekir. 1979’da Adrienne
Rich bunu anlatmak için temel bir soru soruyordu: Bir kadın kendi-bilincine ve kendi–
kararlarına sahip bir insan olabilmek için hangi bilgilere gereksinme duyar?(Rich, 1987)
Kendi sansürsüz tarihini, kendi bedeninin nasıl politik bir alan, cinsel nesne veya tüketim kodu
haline geldiğini, neden her yerde kadın emeğinin ücretsiz/karşılıksız ya da aynı düzeydeki
erkek emeğinden her zaman daha ucuz olduğunu, neden eşit vatandaşlık haklarına sahip
olamadıklarını, neden devlet, bilim, hukuk, medya ve siyaset gibi büyük ‘özne’lerin bu
konularda sessiz kaldığını bilmesi gerekmez mi? Bu ve benzer soruların yanıtlarını

Bu yazı, daha önce Toplum ve Bilim Dergisinde yayınlanmıştır.
1 Üniversitelerde Kadın Çalışmaları alanındaki akademisyenlerin alanın sorunlarını tartışmak üzere bir
araya ilk gelişi 20-21 Mayıs 1996 tarihinde Ankara’da KASAUM tarafından yapılan bir toplantıyla
gerçekleşti. İkinci toplantı hemen aynı yılın Kasım ayında Kadın Eserleri Kütüphanesi tarafından
İstanbul’da düzenlendi. Takip eden yıllarda Çukurova Üniversitesi Kadın Araştırmaları Merkezi ve Ege
Üniversitesi Kadın Araştırmaları Merkezi tarafından iki toplantı daha yapıldı. Fakat, bu toplantılar alanda
çalışan akademisyenleri kalıcı olarak biraraya getiren iletişim ağı, periyodik kongreler gibi sonuçlar
üretmedi. Bu toplantılardan geride, tartışmaları, sorun tanımlarını, çözüm önerilerini içeren ortak bir
rapor ya da metin de kalmamıştır.Yani, Türkiye’de Kadın Çalışmaları alanının kendi içinde formel bir
akademik iletişimi hala yoktur; mevcut durum informel ve kişisel ilişkilere dayalı bir yapı olarak varlığını
sürdürüyor. Bu durumu değiştirmek üzere A.Ü. KASAUM, 23-24 ocak 2003 tarihleri arasında Ankara’da
Üniversite’de Kadın Çalışmaları-I başlıklı bir toplantı daha düzenledi. Yine sınırlı katılımla gerçekleşen
bu toplantı, öğrencilerin katılımını da sağlamak ve tartışmaları basılabilir hale getirmek gibi bazı
görevleri yerine getirmiş durumda. Bkn: Toplantı tutanakları, KASAUM. Toplantı tanıtım ve yorumu için
bkn: Nilüfer Timisi, (2003), “Üniversitelerde Kadın Çalışmaları Toplantısının Ardından”, Toplum ve
Bilim, no.95, (2002/2003 Kış), ss.202-6.araştıracak bir bilgi alanının ve bu bilgileri öğretecek bir eğitimin oluşması kadınların kendi
ortak bağlamları hakkında kendi cehaletlerinin gerilemesine yol açmaz mı?
Bu soruların yanıtlarının bugün ne kadar verilebildiği veya bu soruların hala geçerli sorular
olup olmadığı tartışmasına girmeden, kadın çalışmaları alanının neyle uğraştığını bu
sorulardan anlayabileceğimizi söyleyerek devam edebiliriz. Yani, kadın çalışmaları alanı
kısaca kadınların nasıl ezildiği, ama buna rağmen nasıl varolduğu ve bununla başetmeyi nasıl
becer-ebil-diği; bu mücadelelerin tarihi, yani cinsiyete dayalı ezilmenin bugüne kadar nasıl
devam edebildiğini anlamaya çalışmak olarak tanımlanabilir.
Kadın çalışmalarının akademik alanda kurucu öğesi tartışmasız feminist düşünce ve
politikanın mevcudiyetidir. Ama, dünyada ve Türkiye’de kadın çalışmaları alanında feminist
olmayan başka yaklaşımların varlığı da bir gerçekliktir. Akademi içinde, kadın çalışmaları
alanında feminist olan ve olmayan yaklaşımların farkı ve ilişkisi üzerine konuşmadan önce
‘feminist’ olandan kastın ne olduğunu açıklamalıyız. Akademi’deki feminist çalışmalar alanı,
kendini mevcut klasik disiplinler karşısında tanımlarken yarattığı farklılıklar ve değişik yönlere
giden kuramsal ve politik eğilimlere rağmen, bence, geniş bir ortaklıklar2
alanına da sahiptir.
Her şeyden önce akademik feminizm, mevcut ‘bilim’ anlayışı içinde kadınların yaşamlarını ve
bunun içindeki sorunları görünmez, ikincil ve değersiz kılanın ne olduğunu anlama ve
değiştirme çabasıdır. Bu içerik, mevcut toplumsal araştırma konularına sessizce bir yenisini
eklemeyi, yani klasik sosyal bilimler endeksine yeni ortaya çıkmış bir toplumsal olgunun taze
ve güncel hafifliği ile neşeli bir araştırma konusu katmayı hedeflemiyor. Tersine, mevcut
bilme tarz-lar-ını eleştirel bir gözden geçirmeye tabi tutarak burada kadınların dışlanmasına,
yok sayılmasına neden olanı ortaya çıkarmaya çalışıyor.
Akademik feminizm bu amacını gerçekleştirirken, kadınların bugüne kadar çoğu zaman
görünmez, sessiz veya bilinçaltında kalmış yaşam deneyimlerini3
araştıracağını söylüyor.
Dahası, bu deneyimlerin neden bugüne kadar sosyal bilimlerin ‘olgu’ tanımı içine girmediğini
sorgulamayı ve bu deneyimlerin bilgisine ulaşmayı olanaklı kılan bir epistemeloji geliştirmeyi
vaad ediyor. Kendi bilgi alanını oluştururken kadınların gündelik yaşam içinde- çoğu zaman
farkında olmadan- biriktirdikleri kişisel yaşam deneyimlerinin, becerilerinin ve farkındalıklarının
epistemolojik önemini ortaya çıkararak ilerlemeye çalışan bu bakış, araştırmacı ve araştırılan
nesne ikilemini reddederek bilginin eşitlikci bir bağlamda da üretilebileceğini iddia ediyor.
2
Ortaklıkların ne olduğunu saptamaya çalışan iki örnek çalışma için bkn: Zmroczek ve Duchen, 1991,
24; Easton, 1996, 2-5
3
‘Deneyim’ kelimesini burada epistemolojik bir tercihin göstergesi olarak kullanıyorum. Diğer deyişle,
insanların gündelik hayatta başından geçen olaylar olarak değil, ‘bilim’in hakkında sistematik bilgi
üreterek anlamaya çalıştığı olgu olarak ve bilen özne-bilinen nesne ikilemi içinde nesneleştirilmemiş,
hiyerarşik tanımlarla kısıtlanmamış, kendi adına varolan ve konuşabilen kadın ‘özne’lerin kendileri
hakkında anlattıklarını kastediyorum. Bu tür deneyim tanımı için bkn: Lubenlska (1991), Scott, (1992). Akademik feminizm, kendi akademik alanını kurarken sadece bilimin tanımını kadınların
gözünden yapmakla kalmıyor, akademik eğitim tanımını da sorguluyor; kadınları
güçsüzleştirmeyen, öteleyip ikincilleştirmeyen eğitim stratejileri ve pedagojik yöntemlerin
geliştirilmesini kendi akademik alanının önemli bir kurucu öğesi kabul ediyor.Öte yandan,
‘Bilim yuvası’ olarak görülen Akademi gibi elit eril alanların içinde, kadınların geçişini
engelleyen görünmez duvarların görünür kılınmasına ve yıkılmasına çalışarak, her akademik
disiplin içinde ve karar noktalarında kadınların eşit varoluş koşullarını araştırıyor. Araştırma,
eğitim gibi temel alanlarda kullanılan akademik kaynakların kullanım alanlarından dışlanan ya
da eşit olarak yararlanamayan kadın çalışmaları alanını eşit saygınlıkta akademik bir alan
haline getirmeye çalışıyor.
Akademik feminizm, bütün bu iddialarını gerçekleştirmek için bilim, sanat ve gündelik
yaşamda egemen dilin eril yapısını değiştirmek gerektiğini söylüyor. Bu dilin kadınları
aşağılayan, alaya alan, yok sayan, güçsüzleştiren veya diğer tür ayrımlara tabi tutan eril
içeriğini değiştirmek için ‘feminist bir leksikon’ yaratma gereğini tartışıyor. Bunun yanısıra,
kadınların yaşam deneyimlerini ve sorun alanlarını görünür kılacak bir veri alanı, bilgi bankası
ve veri gösterge sistemi geliştirerek bunun ulusal ve uluslar arası gelişmeleri izlemek için
kullanılan ‘bilimsel göstergeler’ içine katılmasına çalışıyor.
Akademik feminizmin en önemli özelliklerinden bir başkası da tek ve yekpare bir kadınlıktan
bahsetmenin aslında kadınları yok saymak anlamına geldiğinin farkında olması ve farklı
kadınların farklı kurtuluş yolları olabileceğini baştan kabul etmesidir. Bu kabulden de
anlaşılacağı üzere, farklı akademik feminizm alanlarının ortak kesiti bütün bilgi türlerinin
tarafsız değil taraflı –yani politik-olduğu gerçeğinden hareketle, kendi taraflılık alanlarını
tanımlayan ve tartışmaya açan ‘eleştirel epistemoloji’ içine baştan kendini konumlandırıyor
olmasıdır.
Akademik feminizmin ‘ezilme’ye duyarlı kuram ve yöntem geliştirme çabası onu kadın
çalışmaları alanının dışına taşımıştır. Doğrudan kadınlarla ilgili olmasa bile, cinsiyet temelli
diğer iktidar örüntüleri başta olmak üzere her tür ayrımcılık, dışlama, susturma ve yok sayma
stratejilerini anlama ve çözümlemede feminist eleştirinin getirdiği olanaklar sosyal bilimlerin
birçok alanında önemli değişim dinamikleri yarattı. Toplumsal cinsiyetin, toplumsallığı
anlamada önemli bir analitik kategori haline gelmesi ve sınıfsal, etnik, bölgesel, dinsel
özelliklerin sahip olduğu ‘açıklayıcı değişken’ sıfatına kavuşması yakın dönemlerde sosyal
bilimlerde gözlenen en çarpıcı değişimlerden biridir. Kadın çalışmaları alanından çıkan bu
eleştirel enerji toplumsal cinsiyet (gender) araştırmaları, etnik çalışmalar, kültürel çalışmalar
gibi akademi’nin yeni alanlarını büyük ölçüde etkilemiş görünüyor. Bugün gelinen noktada
tartışılan şey4
ise kadın çalışmaları alanı ile ondan etkilenen diğer eleştirel alanlar arasındaki
4
Kadın çalışmaları alanı ile diğer eleştirel alanlar arasındaki ilişkiler üzerine ilginç tartışma örnekleri
için bkn: Evans, 1991; Yez, 1997. ilişkinin nasıl olacağı- hatta kadın çalışmalarının diğer alanlar tarafından ikincilleştirilme
olasılığının ne ölçüde gerçek olduğudur.
Akademik feminizm: Sokaktan sınıfa, eylemden kurama mı?
Anlaşılacağı üzere, akademik feminizm kendini baştan itibaren politik bir duruş/tercih olarak
ortaya koymaktadır ve bunu da politik tercihler karşısında yansız ve nesnel kalınabileceği
iddiasının yaygın kabul gördüğü Akademi içinden yapma iddiasındadır.Bu kadar ‘radikal’
denebilecek bir kimlik ile akademinin soğukkanlı iktidar dehlizleri nasıl dolaşılacaktır? Her
şeyden önce şunu hatırlatmak isterim ki, akademik feminizmin kendini tanımlama sürecinde
ortaya çıkan bir akademik alan olarak ‘Kadın Çalışmaları’nın ilk ‘sahip’leri çoğunlukla, feminist
hareketten gelen aktivist kadınların akademisyen olmasıyla ortaya çıkan bir öncü kuşaktı. Bu
öncü/kurucu kuşağın ilk başlarda üniversitede verdikleri dersler ise çoğu zaman kredisiz,
herkesin katılımına açık, esnek biçimli dersler, atölyeler ve kurslar şeklinde ortaya çıkmıştı.
Bu öncü kuşak kendilerini ‘uçuk’, ‘fantazi’, ‘moda akım’, ‘disiplin dışı’, ‘sert ve vahşi’ gibi
sıfatlarla niteleyenlere çok aldırmadan yol aldılar. Kısacası, kadın çalışmalarının
başlangıcında feminist kadın hareketi ile doğrudan ilişkili feminist kurucuların olması tesadüfi
değildi. 1970’li yılların sonlarında feminist hareket, politik mücadele alanını sokaktan iktidar
odaklarına doğru genişletti; devleti ve siyasal partiler gibi kurumlaşmış, yapılaşmış alanlardaki
iktidar ilişkilerini değiştirme talebi üniversiteyi de içine aldı. Feminist hareketin gereksinimi,
kadınları ezen iktidar ilişkilerini açıklayacak kuramların gelişmesi ve bunu gerçekleştirecek
yöntemlere kafa yormaktı.Yani, 1960’ların sonlarından itibaren sokaklarda radikal siyasetin
değişik biçimlerini sergileyen feministler hayatı değiştirmek için gereksindikleri bilgi alanını
tanımlamaya çalışıyorlar ve akademiye de bu amaçla yerleşmeyi amaçlıyorlardı.
Burada belirtmek gerekir ki, feminizmin akademiye girişi sadece feministlerin Akademi’ye
girişi anlamına gelmiyordu. Üniversitenin idari bir birimi haline gelen kadın çalışmaları alanı,
kendi içine alacağı akademik faaliyetleri tanımlarken, bazı yerlerde, yukarıdaki tazda bir
feministlik kriteri aranmamış ve kadınlarla ilgili her tür çalışmayı aynı çatı altında toplama
eğilimi göstermiştir. Öyleyse açıktır ki, Akademi’de feminist olan ve olmayan kadın çalışmaları
gibi bir farklılığın yarattığı sonuçlar tartışılması gerekenler arasındadır.Akademide feminist
çalışma yapmanın kriterleri üzerine tartışmalar dünyada çok yaygın ve yoğun olarak sürmekle
birlikte, bu tartışmaların zenginliğine gölge düşürmeyecek bir tanımın çok açık ve net olarak
yapılabileceğini düşünüyorum. Feminizmin akademideki amacı kadınları, hakkında bilgi
üretilen bir bilimsel ‘nesne’ konumundan çıkarmak ve kendisi için gereken bilgiyi kendisi üretip
tanımlayan ‘özne’ konumuna getirmektir. Bu amaç üzerinde birleşilmekle birlikte bunun nasıl
gerçekleşeceği asıl tartışma alanıdır.
Burada akademik feminizmin gelişimi ile ilgili özgünlükler konuşulurken, Akademi’nin bu
radikalizmi kabullenişine ve içermeye çalışmasına ilişkin farklı deneyimlerin varlığına dikkat çekmek isterim.Akademi, en ‘sofistike’ iktidar alanlarından biri olarak, kadın çalışmaları alanı
ile ilişki sürecinde değişik coğrafyalarda değişik iktidar çatışmaları ve eklemlenmeleri yaşadı.
Kadın çalışmaları, bir yandan, marjinal, önemsiz, dahası fantazi hatta ‘magazin işler’ olarak
algılandı ve görmezden gelindi; ciddi akademik faaliyetlerin serin sularına
sokulmadı.Geçmişte bazı ‘başarısız’, ‘hırslı’ ya da ‘işe yaramaz’ görülen kadın
akademisyenler buraya ‘gönderildi’; ya da, üniversitede erkekler arasındaki yoğun rekabet
stresinden kaçan kadın akademisyenlerin sığınma yeri bile oldu. Öte yandan, bu alanda
ortaya çıkan bazı ‘akademik starlar’ ve ‘feminist prensesler’ ile işbirliği ve uyumlu ilişkiler
geliştirilen üniversitelerde ‘vitrin’ parlak oldu; ama alanın geri kalanı, çoğu zaman, yokmuş gibi
davranıldı. Kısacası, ne Akademi, feminist akademisyenleri kolayca kabullendi; ne de
feministler akademi içinde olanları eleştirisiz ve sorgusuz kabullendiler. Feminizm ile akademi
arasındaki bu tarihi birleşme sürecinin çeşitli mutlu ve mutsuz hikayeleri bölgelere, üniversite
yapılarına ve feminizm türlerine göre çeşitlilik gösterdi5
. Bu yazı da, bu hikayelerin Türkiye’de
yaşanan versiyonları hakkındaki düşünceleri içeriyor.
Akademik feminizmin tarihsel bağlamı I: Klasik disiplinlere bir alt alan olarak kadın
çalışmalarının gelişimi
Türkiye’de kadın çalışmaları alanının akademik disiplinler içinde bir çalışma alanı olarak
ortaya çıkışı 1970’lerde gerçekleşmiştir.Kendi uzmanlık alanlarında kadınların sorunlarıyla
ilgilenmeye başlayan ‘öncü’ denebilecek kadın akademisyen kuşağının yaptıkları çalışmalarla
bu dönem boyunca beslenen kadın çalışmaları, klasik sosyal bilim disiplinleri içinde birer altalan olarak tanımlanabilecek bir konuma geldi.Daha doğrusu, klasik disiplinler içinde yeni bir
eğitim ve araştırma konusu olarak, mevcut disipliner ayrıma paralel bir gelişim oluştu; ‘aile ve
kadın’, ‘hukuk ve kadın’, ‘siyaset ve kadın’, ‘devlet ve kadın’, ‘işgücü ve kadın’ tipi temalanan6
bir çalışma alanları ve ‘konu’lar bileşimi haline geldi.
Bu ‘kurucu dönem’ bence bir tür kendiliğinden ve zorunlu bir aşama olarak yaşandı ve
kendinden sonra gelen çalışmaları besleyecek çok zengin bir bilgi birikimi sağladı7
.
Gerçekleşen şey, klasik sosyal bilimler kavramalarının öncelikle kadınların yaşam
deneyimlerini içerecek biçimde yeniden tanımlanması olmuştur. Örneğin sosyal rol kavramı
5
Bu hikayelerden bazıları için bkn; Feminist Studies Vol.24, No.2 (Summer, 1998) ve Vol.27. No.2
(Summer, 2001) sayıları.
6
Kadın çalışmaları alanıın bu tür başlıklandırılması hala egemen bir form olarak varlığını sürdürüyor.
Bunu mevcut ders programlarında yer alan ders adlarından ya da yayın dünyasında bu alanda
yayınlanan kitapların başlıklarından çıkarmak olanaklıdır.
7
Bu dönemin bakış açısını en kusursuz temsil eden ve bir tür köşetaşı niteliği taşıyan veriler için, bu
öncü kuşağın en önemli isimlerinden Nermin Hoca’nın derlediği (Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, Türk
Toplumunda Kadın, Araştırma, Egitim, Ekin Yayınları ve Türk Sosyal Bilimler Dernegi, Ankara, 1979)
kitaba ve burada yazıları yer alan araştırmacıların çalışmalarına bakılabilir. cinsiyete dayalı rol kavramını beslemiş, işbölümü kavramı cinsiyete dayalı işbölümü
kavramının kullanımını kolaylaştırmıştır8
.
Bu kuşağın, alanı sessizce ikinci kuşağa bıraktığı 1980’li yılların sonlarında ise yükselen
feminist hareketin politik bakışının ve epistemolojik eleştirisinin önemli bir odak noktası
oluşturduğunu ve mevcut durumu eleştirmeye başladığını görüyoruz. Üniversitede feminizmin
olanaklı olup olamayacağı tartışması yoğun olarak bu noktadan sonra başlamıştır. İkinci
dönem olarak nitelenebilecek bu dönemde üniversitede kadın çalışmaları alanı yeni idari ve
hukuki boyutlar kazanmıştır.Lisans ve lisans üstü eğitiminin klasik dersleri içinde kadın
sorunlarını anlatmanın yanısıra, doğrudan kadın ve toplumsal cinsiyetle ilgili dersler
programlarda görünmeye bu dönemde başladı.Feminist kuramsal eleştiri giderek görünürleşti
ve kuramsal temeldeki eğitimin ‘prestij’ düzeylerine tırmanmaya başladı.
Dönemin özelliği sadece kadın çalışmaları alnında yüksek lisans programlarının oluşumu
değildi; araştırma merkezleri ve kadınların yazılarını derleyen kütüphane9
gibi özgün kurumlar
ile geniş bir yelpazeye yayılan faaliyet alanları ortaya çıktı. Bu yüksek lisans programları
fakülteler içindeki bir klasik disipline bağlı olarak değil, ‘disiplinlerarası bilim dalı’ tanımı ile
sosyal bilimler alanındaki lisans üstü eğitimleri düzenleyen enstitülere bağlı olarak kuruldu10
.
Akademik feminizmin epistemolojik hayali: Disiplinlerarasılık
Kadın Çalışmaları alanında iki kuşak ve iki farklı yaklaşımdan bahsederken bunların dönemler
ve gruplar olarak ayrıştığı gibi bir yorumda bulunmak istemiyorum. İlk kuşağın üniversite
içinde açtığı kürsüler onların yerine gelenlerce devam ettirildi ve geliştirildi. Bu gelişme de
disipliner alanlardan daha çok-disiplinli, disiplinler- üstü veya disiplinlerarası denen araştırma
anlayışına doğru bir gelişme oldu. Bu iki yaklaşımın birbirini red etme değil, bir tür genişleyip
‘aşma‘ niteliği taşıdığını düşünüyorum. Daha doğrusu, karşılıklı bir besleme, olmazsa olmaz
bir birlikte yaşama söz konusu.
8
Bu konuda analitik bir değerlendirme için bkn: Prof. Dr. Nükhet Sirman, “Kadın Çalışmalarından
Toplumsal Cinsiyete”, Üniversitede Kadın Çalışmaları-I toplantısındaki konuşma, 23/25 Ocak 2003,
Ankara.
9
Türkiye’de şu anda sadece dört üniversitede SBE’ye bağlı kadın çalışmaları anabilim dalları
aracılığıyla yüksek lisans programları yürütülmektedir. 1990’da İstanbul Üniversitesi, 1994’de ODTÜ,
1995’de Ankara Üniversitesi ve 1999’da Ege Üniversitesi yüksek lisans programlarına başlamıştır.
Bunlardan sadece ODTÜ’de aynı zamanda kadın araştırmaları merkezi yoktur. Bu yapılanmalar içinde
araştırma merkezi ile yüksek lisans programının çok iç içe çalıştığı tek model Ankara Üniversitesidir.
Diğerleri bu iki yapılanma arasında farklı mesafelere sahiptir.Şu anda 13 üniversitede kadın
araştırmaları merkezi mevcuttur, ama bunların önemli bir kısmının hiçbir faaliyeti görülmemektedir.
10YÖK’ün idari düzenlemeleri ile Kadın Çalışmaları alanı fakülteler içine değil, lisansüstü eğitim ve
araştırmaları düzenleyen Enstitü düzeyinde kurulan Anabilim Dalı içine yerleştirilmiştir. Bu bilim dalları
içinde yüksek lisans ya da doktora programları açılabilmekte ve araştırma görevlisi olarak akademik
kadro istihdam edilebilmektedir. Fakat henüz Türkiye’de Kadın Çalışmaları alanında doktora programı
yoktur.Yakın zamanlarda yapılan bir başka düzenleme ile, kadın çalışmaları alanı doçentlik için
başvurulabilecek akademik dallar arasında sayılmıştır. Yani, kadın çalışmaları alanı akademik kariyer
açısından, bir başka disiplinin alt-alanı konumu ile bağımsız bir akademik alan olarak algılanma
arasında bir noktada gidip gelen akademik meşruiyete kavuşmuştur. Açıktır ki disiplinlerarasılık kavramının akademik feminizm için özel ve politik bir önemi vardır.
Akademik feminizmin kendini disiplinlerarası bir alan olarak tanımlaması, klasik disiplinler
içinde, onların kavramsal ve metodolojik araçlarını kullanarak yapılan çalışmaları yanlış,
gereksiz ya da çarpık kılmaz; akademik feminizmin bunun ötesinde bir amaç ile
disiplinlerarası bir alan kurma iddiası vardır. Disiplinlerarası olma iddiası, bir tek disiplin içinde
kalmayı reddetme, bilginin parçalanıp ayrılarak ayrı ayrı kompartmanlara sokulmasına karşı
çıkarak daha bütüncül bir bilgi olabileceğini göstermeye çalışmak anlamına geliyor. Yani,
disiplinlerarasılık epistemolojik bir tercihtir; toplumsallığın parçalanamaz bütünselliğine
gönderme yapar ve feminizmin temel bir iddiası olan- toplumsal cinsiyetin, toplumsal olguların
kurucu ve anlamlandırıcı temel faktörlerden biri olduğu iddiasına dayanır. Diğer deyişle,
toplumsallık denen alan cinsiyete dayalı ilişkiler tarafından baştan başa yeniden ve yeniden
kurulur; bunun dışında, cinsiyetlendirilmiş -eril/dişil dikotomisi ile iktidar-sız-landırılmış
olmayan bir alan yoktur. Dolayısıyla, sosyal bilimlerin bütün disiplinleri kendi kavram ve
yönteme dair araçlarını bu gözlükten bakarak yeniden ve yeniden test etmeli ve toplumsallığı,
baştan sona cinsiyetlendirilmiş bir kurgu olarak –baştan sona sınıflara ayrıştırılmış bir kurgu
olduğu gibi- yeniden kavramayı denemelidirler.
Akademik feminizmin bu iddiası klasik disiplinler altında yapılan kadın çalışmalarını yanlış
veya gereksiz değil ama yetersiz bulur; çünkü yapılması gereken, bütün sosyal bilimler alanını
baştan sona katetmek ve yeniden yorumlamaktır. Bu nedenle de artık hiçbir sosyal bilimci
“ben toplumsal cinsiyet kategorisi ile ilgilenmiyorum” diyemez; tersine, artık “ben sınıfsal
farkları dikkate almıyorum” demenin sosyal bilimciler açısından bir değeri olmadığı gibi- çünkü
o zaman eksik bir analiz yapıyor demektir- ‘cinsiyetlenmiş toplumsallık’ diyebileceğimiz
gerçekliği de dikkate almadan yapılan analizin en azından ‘eksik’ olma eleştirisi ile
karşılaşması, açıklayıcı gücünün zayıflığı ve değersizliği söz konusudur.
Disiplinlerarasılık, bir epistemolojik bakış olarak, kadınlarla ilgili birçok görünmezi görünür
kılma olanağı sunmaktadır. Modern düşüncenin aile-toplum, gündelik yaşam-siyasal alan ya
da özel yaşam-kamusal alan olarak parçaladığı toplumsallık, aslında klasik disipliner
bölünmelere de tekabül eder. Bu durum, kadınların yaşamı söz konusu olduğunda, örneğin
kadın emeğinin niteliğini araştırıyorsak ciddi sorunlar yaratır. Kadın emeği deyince eğer
sadece ücretli çalışmayı, ya da gelir getirici ekonomik bir faaliyette bulunmayı anlıyorsak
ekonomi disiplini içinde kadın emeği ile uğraşabiliriz. Oysa ki kadın emeğinin en önemli türü
eviçinde yapılan karşılıksız/ücretsiz çalışmadır ve eviçi, piyasanın, kamusallığın dışında
tanımlandığından ekonomi disiplininin sınırlarından çıkıp sosyoloji disiplininin sınırlarına girer.
Bu kadarla kalmaz; kadının ücretsiz emeğini örgütlemede kullanılan evlilik, bekaret,
doğurganlık gibi cinsiyet odaklı ilişkilerin neden tek taraflı iktidar ilişkileri olarak işlediğini
anlamak için hukuk ve siyaset disiplinlerinin alanlarına girip analiz yapmanız gerekir. Yani,
kısacası, kadınlar söz konusu olduğunda birçok temel toplumsal ilişkinin nasıl işlediğini anlamak için klasik disipliner ayrımlar yetersiz, hatta engelleyici hale gelir ve örneğin kadın
emeği gibi bir konuyu bütün olarak inceleme olanağınız ortadan kalkar.Sürekli bir akademik
disiplinin sınırından çıkıp ötekine girmek ve tekrar bir başkasına doğru hareket etmek
zorundasınızdır.
Kadın çalışmaları açısından disiplinlerarasılığın önemini göstermek için bir diğer örneği insan
hakları kavramı üzerinden verebiliriz. İnsan hakları kavramı bireylerin temel haklarının devlet
tarafından ihlal edilmesi karşısında geliştirilmiş bir kavramdır; bedenin, kişisel yaşam
alanının, düşüncenin dokunulmazlığı ve kişinin emeğine karşılıksız elkoyamama gibi ilkeleri
içerir. Devlet ve bireyler arasındaki ilişkilerde insan hakları kavramının temel oluşturduğu
normların korunması esastır ve bu alanın bilgisi hukuk ve siyaset bilimi disiplinleri
çerçevesinde ele alınır.Oysa, kadınların temel sorun alanlarından biri olan aile içindeki şiddet
ilişkileri üzerine bir araştırma yaparken bu alanın hem hukuk hem de siyaset bilimi tarafından
insan hakları kavramı çerçevesinde hak ihlalleri alanı içinde görülmediğini farkedersiniz.
Evlilik, özel hukuk çerçevesinde karşılıklı ‘rıza’ya dayalı bir anlaşma olduğundan ‘kamu’
tanımı ve dolayısıyla ‘siyasal düzenleme’ dışında kalır ve ‘hak’ kavramı ile tartışılamaz bir
alan haline gelir. Yani, bütün dünyada en yaygın cinsiyet temelli iktidar mekanizması olan aile
içi/cinsiyet temelli şiddet, uzun süre, sadece psikolojinin ‘davranış bozuklukları’ gibi bir alanına
hapsedilmiş ve ‘görünmez’ nitelikteki cinsiyete dayalı toplumsal olgulardan biri olarak varlığını
sürdürmüştür. Kadınların da cinsiyet temelli insan hakları ihlallerine maruz kaldıkları gerçeği,
hukuk, siyaset bilimi, sosyoloji ve psikoloji alanlarını sorgulayan disiplinlerarası feminist
çalışmaların ısrarlı çabalarının ortaya çıkışı ile tanımlanabilir, araştırılabilir ve çözümlenebilir
hale gelmiştir.
Bu kadar büyük bir iddia ile ortaya çıkıldığında, bu disiplinlerarasılığın nasıl
gerçekleştirilebileceği üzerine ciddi önerilere ve deneyimlere sahip olmak gerekmez mi? türü
bir soruya verilecek kapsamlı yanıtlar olabilir. Her şeyden önce bu iddia, her bir disiplin
içinde/altında geliştirilmiş olan bilginin birbirine eklenmesi ve birlikte ele alınması çabasını
aşan bir çalışmayı gerektirir. Bu tür alan bilgileri her bir disiplinin kendine özgü kavramsal
çerçevesi ve araştırma yöntemi ile elde edilmiş bilgidir. Dolayısıyla, epistemolojik açıdan
birbiriyle çelişen bilgiler sanki aynı tür bilgilermiş gibi yan yana getirilme tehlikesiyle karşı
karşıyadır. Disiplinlerarasılık kendine özgü araştırma soruları, kavram setleri, metodolojiler ve
dahası epistemolojik bir tanım gerektiren bir alan olarak tartışılmaya başlanmıştır.Farklı
disiplinler içinde eğitilmiş akademisyenlerin bir araya gelip bir araştırma ekibi oluşturması ile
disiplinlerarasılığın gerçekleşmeyeceği ortadadır.
Disiplinlerarasılık bugün, büyük ölçüde, kendi disipliner alanlarında çalışan feminist
akademisyenlerin feminist epistemolojiyi kullanarak-yani politik bir rehber eşliğinde-öteki
disiplin alanlarına zaman zaman seyahatler yaparak geliştirdikleri yeni tür bir bilgi şeklinde ortaya çıkıyor11.Böylece, yukarıda, kadın emeği ve kadının insan hakları konularında verdiğim
örneklerde olduğu gibi, bir disiplinin sınırları aşılarak, diğer disipliner alanlarda geliştirilmiş,
kadınlar ve cinsiyetlendirilmiş toplumsal ilişkiler ile ilgili bilgiler arasında yeni sentezler ortaya
çıkıyor. Bu durum, bütün disipliner alanlara uygulanabilir kavram ve yöntemlerin
geliştirilebilirliği anlamına da geliyor. Toplumsal cinsiyet kavramı buna tipik bir örnektir. Bu
tartışmalar içinde, farklı disiplinlerden gelen bilgilerin basit toplamlardan ve yan yana
getirmelerden farklı olarak yeni sentezler yaratabilmesi için, disiplinlerarası alanın
epistemolojik konumunun ve metodolojik kavrayışının netleşmesi gereği üzerine ilginç
tartışmalar da var12. Dahası, yapılanların disiplinler dışına kaymak, hatta sosyal bilimlerin
disipliner yapısını yok etmek anlamına geleceği iddiaları da bu tartışmaların içinde. Feminist
araştırmacıların disiplinler arasında aşırı yoğunlaşan seyahatleri, zaman zaman içiçe geçerek
bütünleşen yeni araştırma alanlarının ortaya çıkışı bu alanın gelecekteki gelişme kapasitesini
sergiliyor.
Akademik feminizmin özellikle 1990’lardan sonraki disiplinlerarası gelişimi bence ayrı bir
disiplin olma yolunda ilerlemeye de çok benziyor. Kendi iç iletişimine yönelik özgün bir
terminoloji geliştirmek, temel araştırma sorularına sahip olup bunu yaygın bir alanda paylaşan
akademik kadrolara sahip olmak, üniversitede ayrı idari bölüm ve programlar içinde
örgütlenmek, akademisyenler arası ilişki ve tartışmaları düzenleyici özgün örgütlenme
sayısının artışı ve en önemlisi alanın geçmişi, bugünü ve geleceğini tanımlayan bir kimlik
oluşturma kapasitesi gibi disiplin oluşturucu kriterler13 açısından bakıldığında böyle bir
yoruma kolaylıkla gidilebilir. Hele, diğer disiplin alanlarından iyice kopmuş ve kendine özgü bir
derinleşme eğilimi gösteren feminist kuram ve metodoloji tartışmalarını ve yorum stratejileri
alanındaki gelişmeleri dikkate aldığımızda bu kanı iyice pekişebilir.
Türkiye’de kadın çalışmaları alanına bakıldığında, klasik sosyal bilimler disiplinlerinin
sınırlarını aşmak için başarılı adımların burada da attıldığını söylemek mümkün. Örneğin,
artık Türkiye tarihini yorumlarken, bu tarihe baştan sona cinsiyetlendirilmiş bir süreç olarak
bakmaya çalışan bir göze sahibiz. Türk modernleşmesini betimleyen temel siyasal pratiklerin
‘modern Tük kadını’ ve ‘modern Türk ailesi’ yaratmak adına düzenleyici bir iktidarı nasıl
olanaklı kıldığını biliyoruz. Modern Türk toplumunu kurmak için eğitim, yargı, siyasal temsil,
dini ibadet gibi toplumsal alanları düzenleyen kamusallığın, aynı zamanda ‘modern kadın’ ve
‘modern aile’ yaratma süreci olarak nasıl yapılandırıldığını çözümlemeye yönelik tartışmalar
bu alanda ilginç örnekler oluşturuyor. Türk modernleşmesine özgünlüğünü veren devlet-din
çatışması sürecini izlerken ‘devletin laikleşmesi’ ya da ‘dinin moderleşmesi’ denen süreçlerin
11Disiplinlerarasılık tartışmalarının gelişimi ve sorunları için bkn: Friedman, 1998, 2001; Finker ve
Rosner, 2001; Buker, 2003; Allen ve Kitch, 1998; Najmabadi, 1997.
12 Bu tartışma örnekleri için bkn: Wiegman, 2001, 2002; Dölling ve Hark, 2000; Patai, 2001; Brown,
1997.
13 Böyle bir tartışma için bkn: Buker, 2003, s.74. bir tür toplumun (yeniden) cinsiyetlendirilmesi olarak yaşanmasını ve hala da yaşanıyor
olduğunu anlamanın çok öğretici olduğu ortada14
.
Türkiye’de toplumsal gelişme Batılılaşma olarak; “uygar Batı’nın bilimini ve tekniğini almak,
kültürde/medeniyette yerli olmak” diye tanımlanıyor. Burada adı geçen ‘yerli’ kültürü temsil
eden öğelerin çoğunlukla kadınların yaşam tercihleri ve ‘aile’ye ilişkin düzenlemeleri ile ilgili
olduğunu geçen bütün zamanlar içinde açıkca görüyoruz. Kadınların ne giyeceği, nereye
gideceği, kiminle evleneceği ve kaç çocuk doğuracağı, erkeklere nasıl davranacağı gibi
konular aslında bu ‘yerli kültür’ tanımının özünü oluşturuyor. Yani, Batı karşısında muhafaza
edilmesi gereken değerleri sembolize eden ‘gelenek’ ve ‘töre’, kadınların evlilik ve cinsellik
yaşamları ile özdeşleştirilebiliyor ve bu alanın ‘normu’ Batılılaşma tanımının dışında
tutulabiliyor. Bu durum, çok gelişmiş bir cinsiyet rejimi olarak Türk modernleşme anlayışının,
yıllarca, kadınların yaşam alanlarını toplumsal gelişme/kalkınma tartışmalarının dışında
tutmayı nasıl becerdiğini gösteriyor. Türkiye’de modernleşme sürecinin kadınları ‘dinin
değerlerini sembolize etmek’ ile ‘laik devletin/ulusun modernliğini sembolize etmek’ arasında,
dinin ve laik devletin ‘vitrini’ne sıkıştıran cinsiyet rejimini analiz etmek için klasik sosyal bilim
kavramları yetmiyor; kadın çalışmaları alanının oluşturduğu tartışmalar ve toplumsal cinsiyet
kavramının sunduğu çözümleme çerçevesi kadınların yaşadığı ‘kuşatma/kapatma’ halini
yorumlama olanağını ancak bugünlerde sunabiliyor.
Modernleşme politikalarının içerdiği bu cinsiyet rejimi sayesinde araçsallaştırılan kadın
kimlikleri aracılığıyla din, aile, gelenek gibi alanlar yeniden erkeklerin üstünlüklerini üretecek
şekilde düzenleniyor. Türk modernleşmesinin bu cinsiyetlendirilmiş halinin tanımladığı
‘modern aile’ tanımı ise kadınların eğitimli, bilgili ama fedakar ve ikincil konumunu pekiştiriyor.
Bu cinsiyet rejiminin normalleştirdiği kadın-erkek ilişkisi başta ‘ordu’ olmak üzere bütün
modern kurumlarda –özellikle de siyasal partilerde- ‘başkanın başı açık karısı’ olarak
sergileniyor. ‘Modern Türk kadını’ nın her zaman vitrinde duran hareketsiz ve sessiz imgesi
böylece kalıcılaşıyor. Türkiye’de Batı bilimi ile ‘yerli kültür’ümüz arasındaki gerekli görülen
sentezin gerçekleşmesini doğrudan laiklik ve din ile ilişkilendiren cinsiyetlendirme rejimleri
olmasa, modern iktidar stratejilerinin bugünkü işlerliği acaba nasıl gerçekleşebilirdi? sorusuna
bir yanıt bulmak ise doğrusu zor görünüyor.
Akademik feminizmin tarihsel bağlamı II: Modernleşmeci paradigma vs.
feminist paradigma
1990’ların başlarında, kadın çalışmaları araştırma merkezleri, anabilim dalları ve yüksek
lisans programları kurulur, feminist eleştiri sosyal bilimlerin gündelik pratiği içine girerken- yani
14 Türk modernleşmesinin cinsiyeti üzerine son zamanlarda yayınlanan tarih kitaplarının hemen
hepsinde bir tane de olsa bir çalışmanın yer aldığını görmek çok sevindirici. Bu alanda Ayşe
Durakbaşa, Nükhet Sirman, Ayşegül Yaraman ve Fatmagül Berktay gibi akademisyenlerin çalışmaları
örnek verilebilir. Ayrıca,Tarih Vakfı’nın yayınladığı 75. Yılda Kadınlar ve Erkekler (der. A. Berktay
Hacımirzaoğlu, İstanbul, 1998) derlemesini de bir ilk olarak anmak gerekli. üniversitede feminizmin yeni aşaması oluşurken- bu sürecin Türkiye’nin gündemindeki başka
bir süreç ile eklemlendiği görüldü. Din ile devletin ezeli siyasi çatışmasının kadınların yaşam
tarzları üzerinden devam eden biçimi yeni bir döneme giriyordu; şeriatçılık ile mücadele eden
laikci güçler üniversite mekanlarında yeni bir savaşa tutuştular. “Kadınların başını açarak mı
kapatarak mı okutalım “ tartışması üniversitenin birçok birimini laiklik ya da şeriat ikilemi içinde
tavır almaya zorladı. Bu bağlamda üniversitelerdeki İslamcı yükselişe karşı, kadınların laikliği
desteklecek faaliyetleri önemli olmaya başladı. Din ve kadın üzerine araştırmalar yapılmaya
başlandı; kadın haklarını daha iyi savunacak araçların geliştirilmesine destek verildi. Bu
durum, üniversitede kadın çalışmaları alanının olağandan daha popüler hale gelmesine,
‘aktivite’ sayısının ve alanlarının hızla artmasına yol açtı15
.
Bu döneme kadar üniversitede mevcut kadın çalışmaları alanının kurucu paradigması
kadınların erkeklerle eşit haklara sahip vatandaşlar haline gelmesini savunan bir tür
modernleşmeci bakış açısı idi. Bunun daha radikal, liberal veya muhafazakar versiyonları
olmakla birlikte, ortaklık ‘kadınların gelişmesi’ne yapılan vurgu üzerinden bütün ‘modern’
talepleri kucaklıyordu ve dönemin egemen feminizm anlayışıyla çok önemli farklar
taşımıyordu. 1980’lerin feministleri bu paradigmanın ürünü son kuşaktı ve aynı zamanda 1960
ve 70’lerin sol politikasının da ‘mutsuz kaçakları’ idiler. 1990’larda modernleşmeci
paradigmayı basitçe laiklik ile özdeşleştiren ve bunu da kadınların başını açma/kapama
savaşına endeksleyen vülger ve şekilci modernlik politikasının ortaya çıkışı bu uyumun
temellerini büyük ölçüde sarstı. Laikçilik ve İslamcılık arasındaki tartışma kadınları siyasal
tartışmaların etkin ‘enstrumanlar’ı haline yeniden getiren bir gündeme dönüştü. Öte yandan,
aynı dönemde sokaktan kapalı alanlara doğru çekilme eğilimi gösteren feminist hareket de
üniversite içinde kendine yaşam alanı arıyordu. 1960’ların ‘gelişmeci’ modernleşme anlayışı
üzerinde kurulmuş siyasal ittifakı feministler ile modernistlerin üniversitede kadın çalışmaları
alanında birarada yaşamalarını olanaklı kılıyordu. Kısacası, üniversitede yeni bir oluşum
olarak kadın çalışmaları alanının canlanmasına olanak tanıyan siyasal gelişmeler üniversite
dışından iki farklı kaynaktan besleniyordu: laiklik savunusuna yönelen modernist kadınlar ve
feminist hareketin erkek egemenliğine yönelttiği eleştirelliğin entellektüel arayışı peşindeki
feminist kadınlar.
Üniversitede kadın çalışmaları alanında bir araya gelen ve o güne kadar modernlik ortak
kesitinde politik olarak içiçe yaşayan bu iki farklı anlayış, 1990’ların sonlarına doğru, büyük
ölçüde akademik bakış farkları nedeniyle birbirinden mesafelenmeye başladılar.
Modernleşmeci kadın çalışmaları, araştırma sorularını kadınların düşük okullaşma nedenleri,
ücretli çalışmayı engelleyen etkenler, dinin tahakkümü, çok karılılık, çok çocuk doğurma,
boşanma eğiliminde artış, gelenek ve törenin baskısı gibi konular etrafında kuruyordu.
15Bu popülerleşmenin ilginç bir örneği, YÖK’ün tavsiye kararı ile bazı üniversitelerde kadın çalışmaları
araştırma merkezlerinin kurulması oldu. Bu merkezlerin bir kısmı gerçekten de kendini geliştirme çabası
içine girerken bir kısmı da, ‘rektörün karısı’nın ya da en güvendiği kadın akademisyenin başkanlığında Kadınların sorunlarını tartışmak ve anlamak için sunulan kuramsal ve metodolojik çerçeve
geleneksellik-modernleşme ikilemi içinde ifade ediliyordu: kırsal kadın/kentli kadın, imam
nikahı/ resmi nikah, görücü usulü evlenmek/ eşini kendi seçmek, az çocuk doğurmak/çok
çocuk doğurmak, çalışmak/evde oturmak gibi ikilemler kadınların yaşam döngüleri ve risk
alanları hakkındaki araştırma çerçevesini oluşturuyordu. Bu çerçeve, kadınların sorunları
hakkında çok kapsamlı bilgiler elde etmemize olanak sağlamakla birlikte, erkek egemenliğini
bir bütün olarak anlamak için çok az yardımcı oluyordu. Özellikle de, laik, Batıcı zihniyet
içindeki erkek egemenliğini besleyen öğeleri eleştirel gözle ortaya çıkarmayı olanaksız
kılıyordu. Tersine, eğitimli, kocasına aşık olup evlenmiş, çalışıp para kazanan, tek çocuklu,
kentte yaşayan kadınların zaman zaman bütün bunlara sahip olmayan kadınlar kadar güçsüz
olabildiğine dair saptamalar bu dönemde tartışılmaya başlanmıştı. Bu tür kadınlar hastalık,
boşanma, dulluk, yaşlılık, aile içi şiddet gibi risklerle karşılaştıklarında hiçbir
toplumsal/kurumsal destek alamadıkları için, geleneksel toplumsal ağlar içinde yaşayan
kadınlara oranla zaman zaman daha güvencesiz ve güçsüz olabiliyorlardı.Bu nokta zaten
feminizmin ortaya çıkış koşullarını, destek alanını oluşturuyordu ve neden kent kökenli bir
siyasal hareket olduğunu açıklıyordu. Kısacası, modernleşmeci paradigma kadınların
modernleşme kriterlerine uygun fırsatları yakaladıkları halde neden hala eşit ve özgür bireyler
olamadıklarını açıklamaya yetmiyordu. Bunu açıklayabilmek için aileyi, evliliği, piyasayı,
devleti erilliğin egemenliği ile ilişkilendiren bir kuramsal çerçeve gerekliydi. Bu durum, feminist
tartışmalar içinde geliştirilmeye çalışılan perspektifi gerekli ve dahası popüler kılmaya başladı.
Böylece, kadın çalışmaları alanındaki tartışmalar 1990’ların sonundan itibaren ‘eksik
modernleşme’ sorunlarından modernleşmenin eril içeriğini keşfe doğru kaydı.
Akademik feminizmin tarihsel bağlamı III: Üniversitenin krizi ve kadın hareketi ile yakın
ilişki
Akademik feminizmin başarılı olduğu ülkelerde, bu başarının üniversite içindeki eleştirel bilim
anlayışından gelen destekle ilişkili olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, akademik feminizmin
üniversiteye taşıyacağı yenilenme, dönüp bütün her şeye yeni baştan bakma ve tartışma dışı
kalacak hiçbir ‘kutsal’ alan bırakmamaya dayalı radikalizminin gücü, üniversite içindeki
eleştirelliğin gücüne çok paralel bir gelişim gösterme eğilimindedir.
Türkiye’de bu açıdan ters bir gelişim süreci yaşandığını söylemek olanaklıdır. Akademik
feminizmin kendi eleştirelliğini üniversiteye taşıma süreci olan 1980’lerin sonu ve 1990’ların
başında, 12 Eylül döneminin etkilerinin üniversitelerde hala devam ettiği bir kriz dönemi söz
konusudur. Militarizme yenilmiş bir üniversite kendi akademik güçlerine kuşkuyla bakmakta ve
kendini yenileme gücüne güven duymamaktadır.Üstelik, bu süreçte yeni kurulan
üniversitelerin varlığı bir güçlenme olarak değil, bir tür ‘taşralaşma’ olarak algılanmaktadır.
Buna ek olarak, bilginin ‘metalaşması’na yönelik özelleşme, piyasalaşma, parasallaşma gibi
‘emir -komuta mantığı içinde ‘vitrin süsü’ olmaya devam ettiler- devlet eliyle ‘laikçi feminizm’in bu kadarı
doğrusu tahayyül dışıydı. Akademi’nin klasik geleneklerine aykırı politikaların üniversiteye giriyor olması ile zaten
güçsüz olan ‘eleştirel gelenek’ kendini tümden yenilmiş ve güçsüzleşmiş hissetmeye
başlamıştır.Türkiye’de eleştirel düşüncenin bu krizi ile üniversitenin krizi büyük ölçüde aynı
süreç olarak yaşanmıştır. Bu süreçte, kendi eleştirelliğini üniversiteye taşımaya çalışan
feminizm, dünyadaki başarılı örneklerinden farklı olarak, büyük ölçüde eleştirel düşüncenin
akademideki desteğinden mahrum kalmıştır. Bu durum, feminist eleştirinin sosyal bilimler
içinde etkili olma sınırlarını daraltmış, ‘toplumsal eleştiri’nin önemli bir bileşeni haline
gelmesini engellemiştir. Ama, öte yandan da bu durumun üniversitedeki erkek
entellektüellerin olası ‘ukalalık’larını engellediği; her şeye bir tür boşvermişlik ile seyretme
halleri sayesinde, olası ‘gerilimler’i ortadan kaldırdığı da söylenebilir.
Akademik feminizmin üniversitenin eleştirel geleneğinden kopan gelişiminin olumsuzluğunun
etkileri ile 1990’ların ortalarından itibaren kadın hareketinden gelen olumlu etkiler aynı
dönemde üstüste çakışmıştır. 90’ların sonundan itibaren ise, kadın hareketi ile akademik
feminizmin kurduğu yakın ilişkinin yanısıra uluslararası kadın hareketinin yükselen ve
Türkiye’yi de içine alan gelişim trendi de tarihsel bağlamı etkileyen faktörler olarak dikkate
değer hale geliyor.
Kadın Çalışmaları’nın bir akademik alan olarak oluşumunun başlangıcındaki radikal ve
feminist etki, yani kendisini kadınların ‘sessiz ve gölgede kalmış yaşamları’nın bilimini yapma
iddiası ile tanımlayışı, kadınların politik eylemlilikleri ile akademik feminizmi her zaman yakın
ilişkiye zorlamıştır.Kadınların yaşamlarını değiştirmek için yaptıkları şeyler aslında akademik
feminizmin araştırma alanını oluşturur. Akademik feminizmin epistemolojik olarak pozitivistnesnelci ekolün dışında kalmaya ve susturulup bastırılmışların yaşam deneyimlerini anlamaya
yönelik yöntem arayışı bunu besleyen temel kaynaktır.Feminist araştırmacılar hep sıradan
kadınların yaşamalarını kaydetme, gözleme ve tartışma ile oluşturmaya çalıştıkları bilgi alanı
ile kurucu bir özelliğe sahip olmuşlardır. Bu durum, akademideki feminist araştırmacılarla
kadın hareketinin ve kadınları güçlendirmeyi amaçlayan feminist aktivistlerin yakın ilişkisini
kolaylaştırmış ve bunun akademik çalışmayı besleyen önemli bir kaynak olarak
tanımlamasına yol açmıştır.Feminist eylem ile akademik feminizmin bu ilişkisi kadın
çalışmaları alanında verilen akademik eğitimi aynı zamanda bir politik eylem olarak
tartışmaya sokar.
Türkiye’de kadın hareketi ile akademik feminizmin ilişkisine baktığımızda bunun yaygın
olmayıp, bazı noktalarda yoğunlaştığını16, fakat etkileme gücünün çok yüksek olduğunu
16 Üniversite dışındaki feministler ile üniversite içindeki feministlerin ilişkisini olanaklı kılan epistemolojik
ve politik temellerin varlığının yanı sıra, bu ilişkinin üniversite içindeki örgütlenme tarzıyla da
güçlendirilebildiğini düşünüyorum. Anabilim Dalı’na bağlı yüksek lisans programları bu alanda
çalışacaklara olanaklar sunarken, hemen yanıbaşında programların uygulaması ile yakından ilişkili
biçimde örgütlenmiş araştırma merkezlerinin varlığı şimdiye kadar gerçekleşen en olumlu model oldu.
Araştırma merkezi üniversite dışındaki araştırma perspektifi ile bilgi birikimi oluşturmaya çalışırken
aslında kadınların yaşam deneyimlerini biriktiriyor. Bu deneyimleri araştırmak ise kadınlararası yeni söyleyebiliriz. Türkiye’nin hemen her yerindeki kadın örgütleri, girişimleri veya grupları
mutlaka bir üniversitenin feminist akademisyenleri ile kalıcı bir ilişkiye sahiptir.Eğitim projeleri,
örgütlenme destekleri, finansal kaynaklara ulaşmada rehberlik gibi birlikte çalışma
deneyimlerinin yanısıra, politik talep oluşturmak için tartışma toplantıları ve kurultaylar
düzenlemeye kadar giden çeşitlilik içeren bu ilişkilerin niteliği başlı başına bir araştırma alanı
oluşturuyor. Son on yılda yoğunlaşan bu ilişkilerin izlerini sendikalarda, siyasi partilerin kadın
kollarında, kadın derneklerinin ortak taleplerinde görmek olanaklı. Bir tür ‘kadın aydınlanması’
olarak da tanımlanabilecek bu durumun değişik formlar içerdiği görülüyor. Son derece
hiyerarşik biçimde kurulan ilişkiler içinde ezilen kadınları ‘kurtarma’ operasyonu olarak
yaşananlardan, bütün iktidar ilişkilerini dışlamaya çalışan radikal form arayışlarına kadar
değişik biçimleri de bu deneyimler içinde bulmak olası.
Akademik feminizm ile kadınların yaşamlarını değiştirme siyaseti arasındaki bu ilişki birçok
olumlu meyveler veriyor. Kadın hareketinin son on yıldır bu ilişkiler içinde yürüttüğü
tartışmalar sayesinde kadınların somut taleplerini içeren canlı bir siyasal gündem oluşmuş
durumda. Bu gündemin ilk sıralarında aile içi şiddete karşı koruma, yasaların cinsiyet
ayrımcılığına karşı ve cinsiyet duyarlığı içeren biçimde değiştirilmesi, siyasal temsil için kota
gibi taleplerin olması tesadüf değildir. Aile içi şiddetin değişik boyutlarının anlaşılması için bu
alandaki araştırma tanımının tamamen değiştirilerek, şiddetin en gizli ve üzerinde
konuşulamaz olduğu düşünülen noktalarda bile artık görünür hale getirilmesi17, bu meyvelerin
en hoşlarından biridir. Bu gelişimin arkasında feminizmin akademiden taşıdığı bilimsel
olanaklar ile cinsel şiddete karşı mücadele eden ve sığınma evlerini ayakta tutmaya çalışan
feminist hareket deneyiminin bütünleşmesi vardır.
Üniversitede kadın çalışmaları alanının güçlenmesi sürecini etkileyen bir başka önemli faktör
de uluslararası alanda önemli ilişkiler ağına sahip hale gelen kadın örgütlerinin oluşturduğu
tartışma ve deneyim alışverişi alanına Türkiye’de hem kadın hereketinin hem de üniversitede
kadın çalışmaları ile uğraşanların ulaşma istek ve becerisidir. Uluslararası düzeyde kadın
örgütlenmelerinin son yirmi yılda büyük bir güce ulaştığını, hatta sermaye hareketleri bir yana
bırakıldığında, uluslararası düzeyde örgütlenmeyi becerebilen tek güç olduğunu
söyleyebiliriz.Bu durum, kadın çalışmaları alanındaki bilgi ve tartışmaların dünyanın çeşitli
ilişkiler anlamına geliyor. Bu ilişkiler ders programlarına katılma ve bilginin aktarılması anlamına
gelirken, ders programları da sürekli bu gereksinmeleri karşılayabilmek için kendini geliştirip uyarlıyor.
Bu konuda KASAUM deneyimi için bkn: Satı Atakul,”Kadın Çalışmaları Öğrencisi Olmak”, içinde
90’larda Türkiye’de Feminizm, (der.) A. Bora ve A. Günal, İletişim Yayınları, 2002, istanbul.
17 Türkiye’de aile içi şiddet araştırmalarında ‘kadınlar, kocalarının kendilerini sevdiği için dövdüğünü
düşünüyor’ tarzı bir yorumdan çok uzaklaşan bir gelişmeden bahsetmek olanaklı. Şiddet konusunda
yapılan çok sayıdaki yaşam öyküsü ve anlatı derleme tarzı çalışma sayesinde kadınların şiddeti nasıl
anlamlandırdığı ve hangi ‘sözlük’ içinden konuşabildiği konusunda artık daha fazla bilgiye sahibiz.
Kadınlar, çoğu zaman, maruz kaldıkları şiddeti dillendiremeseler bile, bu araştırmaların sunduğu
olanaklar sayesinde, onların sesi ve sözü olabilecek tarzda bir yöntemsel kurgu yapılabiliyor ve veri
toplama stratejileri geliştirilebiliyor. Bu gelişmelerin sağlanmasında feminist akademisyenler ile Mor Çatı,
Kadın Dayanışma Vakfı, KAMER gibi kadın örgütlerinin çalışmalarının büyük rolü olduğunu söylemek
gerekli. Yani, akademik feminizm ile kadın hareketinin buluştuğu noktada yeni tür bir bilgi –kadınların
maruz kaldığı şiddeti görünür hale getirebilen bir bilgi üretilebiliyor. yerlerine ulaşma hızının çok arttırdığı ve artık Asyalı, Afrikalı ya da güney Amerikalı feminist
akademisyenlerin gündemlerinin çok geniş bir ortaklaşma alanına kavuştuğu gerçeğine işaret
etmektedir. Türkiye’de kadın çalışmalarının bu ilişkilere nasıl ve ne kadar girdiğine baktımızda
çok parlak gelişmelere tanık olduğumuzu söyleyemeyiz.Türkiye’nin hala çok içe dönük ve
kendiyle uğraşan kapalı politik/kültürel zihniyetinin bir devamı olarak kadın çalışmaları alanı
da, değil uluslararası alanda, hala ulusal düzeyde bile bir ilişkiler/tartışmalar alanı
oluşturabilmiş değil. ‘Küçük ve benim olan’ feminist çalışma alanlarının hala popülerliğini
sürdürdüğü; birlikte oluşturulacak tartışma alanlarından uzak durulduğu ve uluslararası
ilişkilerin kişisel becerilerle yürütülme düzeyinden öteye geçmediği bir yapılanmanın varlığı
görülüyor. Bu durum, kaçınılmaz olarak, uluslararası ilişkilere bir üstünlük ve rant alanı
oluşturma olanağı olarak bakan ‘elitist’lere de kapı aralamış oluyor. Türkiye’nin temel
takıntılarından olan ‘uluslararası düzeyde tanıtım sorunu’nu bu kez ‘feminist temsil’ şeklinde
yorumlayacak vitrin yıldızları yaratma eğilimi de çok yabana atılabilecekmiş gibi görünmüyor.
Oysa, bu alanda elitizme değil, tersine, kadın çalışmaları alanının genç akademisyenleri ve
öğrencileri ile başka ülkelerin deneyimlerine açılması ve içiçe geçmesi ile gelişecek
dinamiklerden öğrenecek çok şey var.Oysa ki, ulusal düzeyde oluşması gereken tartışmaları
önemsemeden uluslararası olmaya çalışma da bence başka bir sorun alanı haline geliyor.
Bugünün meselesi: Marjinalleşme ya da sosyal bilimlerde yenilenme
Akademi ile feminizmin birleşmesi ile ortaya çıkan ‘entegrasyon’ ve ‘asimilasyon’ sürecinin
Türkiye’ye özgü gelişiminin bugün geldiği noktaya bakarsak, kadın çalışmalarının klasik
sosyal bilim disiplinleri içinde sadece yeni bir alt-alan olarak kabullenilmeye devam edildiğini
görürüz. Türkiye’nin saygın üniversite çevrelerinde ve sosyal bilimcileri nezdinde genel kabul
gören anlayışa göre kadın çalışmaları, kendine özgü bir alanı ve çalışma konusu ile
üniversitede yeni bir alt-alan ve hatta bağımsız bir akademik alana sahip olabilir; alanın bilgisi
ayrı başlıklar altında, bilimsel çalışmalar içinde gösterilebilir, tanımlanabilir ve meşru olarak
algılanabilir. Yapılması gereken, onun alanına karışmamak, onu kendi başına bırakmak ve
sosyal bilimlerin geri kalanının ise işe kaldığı yerden devam etmesidir. Sosyal bilimlerin temel
alanları-siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji, felsefe, antropoloji gibi alanlar kendi içlerinde –kadın
ve iktidar, kadın ve aile, kadın ve depresyon gibi- araştırma konuları geliştirebilir.Bunun
dışında kalan ve bu alanla uğraşmak istemeyen sosyal bilimcilerin yapacağı bir şey yoktur;
onlar bildikleri kavramlarla ve yöntemlerle inceledikleri toplumsallık alanı, sanki hiç
cinsiyetlenerek farklılaşmaya uğramamış gibi, bu konulardan hiç bahsetmeden yollarına
devam edebilirler. Dahası, çoğu erkek olan bu saygın akademisyenler toplumsal cinsiyet
ilişkileri ile ilgili bilimsel tartışmalara kendilerinin katılmasını bu alanda çalışan kadın
akademisyenlere saygısızlık, akademik etiğe aykırı bir davranış olarak bile
görebiliyorlar.Kadın Çalışmaları alanının uzmanları bir ulusal ya da uluslararası konferansın
yine kadın çalışmaları başlıklı özel oturumlarına araştırmalarını anlatmak üzere çağrılabilir;
hatta kadın başlıklı oturumları olmayan akademik kongreler moda dışı bile sayılabilir.Akademik bir derlemenin bir ya da birkaç bölümü kadın konusundaki yazılara
ayrılabilir; hatta bir akademik çalışmanın ‘çağdaş bilim’ anlayışına uygun olması için asgari bir
tane ‘kadın konulu çalışma’ içermesi bile gerekebilir. Ama, Akademi’nin saygın sosyal
bilimcileri ellerini hiçbir zaman toplumsal cinsiyet araştırmalarına bulaştırmazlar; bu alanın
bilgilerini öğrenmez ve eleştirmezler; hatta bu alandaki akademik tartışmaları, dinleyici olarak
bile, izlemezler. Böylece, kadın çalışmaları kendi alanında ‘özgür’ ve ‘bağımsız’ çalışma
olanaklarına kavuşur. Sosyal bilimlerin büyük isimleri ise hem kadın çalışmaları gibi ‘light’
işlerle uğraşmamış, hem de ‘demokrat’ ve ‘özgürlükçü’ bilim anlayışlarının bir göstergesi
olarak kadın çalışmaları alanına saygıda kusur etmemiş olurlar18
.
Kadın çalışmaları alanının üniversitedeki ‘küçük ama benim’ haline gelen özerk alanına
sıkışan akademik çabaları, böylece, bir tür ‘kendin söyle kendin dinle’ haline dönüşüyor.Bu
serbest ve özgür bırakılma hali ortada dururken, kadın çalışmaları alanına yönelik sosyal
bilimcilerin geliştirdikleri meşrulaştırıcı ama dışarda tutan ve soğuk tavrı eleştirmek oldukça
güçleşiyor. Karışmama ve kendi ayakları üzerinde durarak kendini ispat etmeye davet etme
gibi, akademik olarak gayet ‘değerli’ davranışlarla karşılaştığı noktada kadın çalışmaları
alanının yaşadığı ise tam bir ‘marjinalleşme’dir. Kadın çalışmaları kendine tanınan
‘korunmalı’, ‘özerk’ alanda istediğini yapmaktadır; demek ki yaptığı iş ancak bu kadar ilgi
çekmektedir. Öyleyse bu marjinalleşmeden sosyal bilimler değil, kendi akademik ilgi
alanlarına dikkat çekemeyen alanın akademisyenleri sorumludur.Sonuç olarak, kadın
çalışmaları alanının sosyal bilimlere sunduğu eleştirel yaklaşım olanağı görmezden
gelinmekte ve üniversitenin geri kalanının ne yaptığı eleştiri dışı kalmaktadır. Bu ‘bilimsel
körlük’ün aşılabilmesi için kadın çalışmaları alanı ile sosyal bilimlerin klasik alanları arasındaki
akademik etkileşimin artırılmasına özel çaba harcanması geregi ortadadır. Bu yeni etkileşim
süreci, önümüzdeki dönemde, hem kadın çalışmaları alanının üniversitedeki konumunu
güçlendirebilir, hem de sosyal bilimlerin son dönemlerde içine düstüğü kısır döngülerin
aşılabileceği umudunu sosyal bilimcilere verebilir.
Türkiye’de akademik feminizmin, üniversiteye sunduğu yenilenme olanakları ve sosyal
bilimler alanındaki değişim talepleri ile yeni bir dinamizmin olanaklarını taşıdığı ve giderek
daha etkili olabileceği bir konuma doğru gittiği bence açık bir gerçekliktir. Alanın üniversite
içindeki marjinal konumu, kendi tartışma sorularını sosyal bilimler alanına henüz
18 Türkiye’de sosyal bilimler alanında saygın örgüt ve dergilerin kadın çalışmaları alanına sağladıkları
konum gerçekten de ‘meşru ama kenarda’ konumudur. Örnek olarak, Türk Sosyal Bilimler Derneği
tarafından düzenlenen Kongre’lerin programlarında, ya da Toplum ve Bilim gibi dergilerin içindekiler
sayfalarında yapılacak bir gezinti durumu gösterecektir.Özellikle dergilerde, içeriğinde çok parlak
tartışmalar olsa bile, kadınlarla ilgili yazılar mutlaka sonlarda yer alır. Saygın araştırmacıların yayınlarına
bakıldığında cinsiyetin bir toplumsal kategori olarak analız içine bile alınmadığını görürüz. Bazı
istisnaların varlığı burada hemen belirtilmelidir.Örneğin Prof. Dr. Korkut Boratav’ın birçok açıdan çok
başarılı İstanbul ve Anadolu’dan Sınıf Profilleri (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995) araştırması,
kadınlarla ilgili soruları araştırma kapsamına almakla beraber -araştırma ekibinde bu konunun uzmanı
bir kişinin bulunmamasından olsa gerek- hem veri toplamada hem de yorumlamada çok eksik kalmıştır.
Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın Osmanlı Toplumunda Aile (Pan Yayınları, 2000) çalışması bir başka olumlu benimsetememiş oluşu, araştırma ve kadro olanaklarının sınırlılığı, ulusal bir iletişim/tartışma
ağına sahip olamayışı gibi sorunlarının varlığı ile bunalmış olsa da, gelişme kapasitesine
sahip ender bilimsel alanlardan biri olma özelliğini hala sürdürüyor ve öyle görünüyor ki yakın
gelecekte de bu iddia sürecek.
KAYNAKÇA
Allen, J.A. ve S. L. Kitch, (1998), “Disciplined by Disciplines? The Need for an Interdisciplinary
Research Mission in Women’s Studies”, Feminist Studies, Vol. 24. No.2, (Summer), ss.275-
300.
Bowles, G. ve R. D. Klein, (der.), (1983), Theories of Women’s Studies, Routledge and
Kegan Paul.
Brown, Wendy, (1997), “ The Impossibility of Women’s Studies”, differences:A Journal of
Feminist Cultural Studies, Vol.9. No.3.
Buker, Eloise, (2003), “Is Women’s Studies a Disciplinary or an Interdisciplinary Field of
Inquiry?, NWSA Journal, Vol.15, No.1, (Spring).
Easton, Alison, (1996), “What is Women’s Studies”, içinde Women, Power and Resistance:
An Introduction to Women’s Studies, ( der.) T. Cosslett, A. Easton, P. Summerfild, Open
University Press.
Evans, Mary, (1991), “The Problem of Gender for Women’s Studies”, içinde Out of Margins:
Women’s Studies in the Nineties, (eds.) J. Aaron, S. Wallby, The Falmer Press, ss: 67-74.
Finker, A. ve V. Rosner, (2001), “ Forum: Doing Feminism in Interdisciplinary Context”,
Feminist Studies, Vol. 27. No.2, (Summer), ss.499-503.
Friedman, Susan Stanford, (2001), “ Statement: Academic Feminism and Interdisciplinarity”,
Feminist Studies, Vol. 27. No.2, (Summer), ss. 504-9.
————, (1998), “(Inter)Disciplinarity and the Question of the Women’s Studies Ph.D”,
Feminist Studies, Vol. 24. No.2, (Summer), ss. 301-25.
Katz, Cindi, (2001), “Response: Disciplining Interdisciplinarity”, Feminist Studies, Vol. 27.
No.2, (Summer)ss. 519-25.
örnek olabilecekken aileyi, içinde kadınların ve erkeklerin yaşadığı bir toplumsallık olarak algılamak Klein, Renate D., (1991), “ Passion and Politics in Women’s Studies in the 1990s”, içinde Out
of Margins: Women’s Studies in the Nineties, (eds.) J. Aaron, S. Wallby, The Falmer
Press, ss: 75-90.
Lubelska, Cathy, (1991), “ Teaching Methods in Women’s Studies: Challenging the
Mainstreaming”, içinde Out of Margins: Women’s Studies in the Nineties, (eds.) J. Aaron,
S. Wallby, The Falmer Press, ss.41-49.
Najmabadi, Afsaneh, (1997), “ Teaching and Research in Unavailable Intersection”,
differences, a Journal of Feminist Cultural Studies,Vol. 9, no. 3.
Patai, Daphne, (2001), “Rhetoric and Reality in Women’s Studies”, Gender Issues, Spring,
ss.21-60.
Dölling, I. Ve S. Hark, (2000), “She Who Speaks Shadow, Speaks Truth: Transdisciplinarity in
Women’s Studies”, SIGN: Journal of Women in Culture and Society, Vol.25, No. 4,
Summer, ss. 1195-8.
Rich, A., (1987), “What does a woman need to know?”, içinde Blood, Bread and Poetry:
Selected Prose 1979-1985,Virago.
Scott, J. W., (1992), “ Experience”, içinde Feminist Theorise the Political, (der.) J. Butler ve
J.W. Scott, Routledge.
Stanley, Liz, (1991), “Feminist Auto/Biography and Feminist Epistemology”, içinde Out of
Margins: Women’s Studies in the Nineties, (eds.) J. Aaron, S. Wallby, The Falmer Press,
ss.204-219.
Wiegman, Robyn, (2001), “Statement: Women’s Studies: Interdisciplinarity Imperatives,
Again”, Feminist Studies, Vol. 27. No.2, (Summer), ss: 514-8.
———-, (2002), “Academic Feminism Against Itself”, NWSA Journal, Vol. 14, No. 2.
Yez, Shirley J., (1997), “The ‘Women’ in Women’s studies”, differences: A Journal of
feminist Cultural studies, vo. 9, no. 3, ss: 46-64.
yerine, sadece içi boş bir yapı/kurum olarak algıladığı için, analiz değerini büyük ölçüde kaybetmektedir. Zmroczek, C. ve C. Duchen, (1991), “ What are those Women up to? Women’s Studies and
Feminist Research in the European Community”, içinde Out of Margins: Women’s Studies
in the Nineties, (eds.) J. Aaron, S. Wallby, The Falmer Press, ss .11-29.
Summary
Feminism in the countries where it has powerfully entegrated to the clasical academic
disciplines suggested a new way of knowing by taking serious the analysis of ‘genderated’
social facts. In Turkey, entegration of feminist perspective to academic organisations and
disciplines observed during the late 1970’s. In this period women’s studies deemed as a new
emerged one between the sub-areas of academic research topics. At the beginning of 1990’s
academic feminism reached to a second step due to the efforts of newly feminist academic
generation employed in prominent üniversities for teaching and researching in women’s
issues. They were women, mostly impressed by the feminist criticism and some were
experienced in feminist movements of late 1980’s in Turkey.This second stage of feminism in
academia was concurrent with the crisis of progressive Turkish modernism and critical
academic aproaches in social sciences. During that time, modernism was widesreadly
redefined as secularism in the period of political conflict against religious fundamentalism, and
women’s studies’ issues pushed to take position before religious fanatism vs. secularist
otoriterianism. On the other hand, critical perspectives in academia were dismissed or forced
to be silent by military regime of 1980’s. Due to these two negative effects on academic
feminism, deficiencies have been proved in theoretical and political supports for more
entegration traditional social sciences with feminist criticism. Women’s studies in academic
area is still in the danger of being manginalised in its legalised position, despite its
suggestions to reinvent the problematics of social science including analysis of genderation
as one of the main categories of social construction.